Herkesin kanı kırmızı akar
Yazar: Ayşe Başak Kaban
İzmir'in en güzel yerinde oturmuş içiyoruz. Dostlar yanımızda, sevgili karşımda. Baharın yaramaz ayazı geziyor bedende. Soğuk, küçük kahkahalar eşliğinde ısırıyor kollarımı. Bir bira, bir tane daha... Uzun zamandır görüşmediğimiz insanlarla buluşmuşuz. Sohbetin heybesi ağzına kadar dolu. Bir oradan, bir buradan. Kahkahalar, hüzünler arada bir dalıp gitmeler. Eski ve yeni konular. Mayakovski'yi anlatıyorum onlara. "Nasıl olur da bu adamın filmi çekilmez ki?" diye soruyorum. Mayakovski'den Ekim Devrimi'ne, İkinci Dünya Savaşı'na uzanıyor yolculuk...
Sonra masanın gündemi, güne denk düşüyor. Ahmet Türk yumruklanmış o gün. İnsanın çıplak eli öldürücü olabilir kimi zaman. İnsanın yumruğu kendi kalbini büyüklüğü kadardır derler. Peki kalbin manevi yükü eklenir mi ki buna? Kinle ve öfkeyle kalkmış bir yumruk yaralar insanı, öldürür. Ve kimi zaman o yumruk bir toplumu ayırır ortadan ikiye. Tıpkı bizim masayı ayırdığı gibi...
Biri, "Oh... " diyor, "İyi oldu. İçimin yağları eridi. Hepsini öldürmek gerek"... Bir diğeri karşı çıkıyor, "Ya adamın elinde bir bıçak veya silah olsaydı?" diye soruyor. Olsaydı... Ölseydi ne oldurdu? Düşünen var mı sonrasını, sonrasını düşünenler yaşasaydı hep aramızda, bugün olduğumuz yerde olur muyduk?
Dersim'i anlatmaya çalışıyorum onlara. Dersim olaylarını değil, Dersim'in kızlarını... Kayıp çocuklarını. Dinlemiyor ki kimse beni. Filler tepiştikçe hep çimenler ezilir ya, hep bizim çocuklarımız yaralanıyor. Empati, biraz empati her iki taraf içinde, sadece ihtiyacımız olan bu...
Ötekileşmek...
Sorun tam da burada yatıyor. Çekmecedeki renkli ve beyaz çorapları ayırmak kadar kolaydır bir toplumu ötekileştirmek. Biri gelir sağ alt çekmeceyi boşaltır çorapları ayırıp sıraya koyar. Beyazlar öne, renkliler arkasına, en geride siyahlar. Herkes yerini bilsin, herkes reginini bilsin. Kimse kimsenin sırasına geçmesin. Neden? Çoraptır işte eni konu, ayakkabının içinde kalan ve ayağını ısıtan...
O derece kolay işte. Biri gelir, "Sen Türksün, sen Kürtsün,sen Ermenisin, sen Çerkez, sen de Tatarsın" der. "Sıralarınıza geçin!" ve ittiriverir çekmeceyi. Pat kapanır üzerine karanlık. Sen ve diğerleri. Beyaz ve diğer renki çoraplar aynı kutunun içerisinde aynı karanlıkta beklersiniz.
Çok değil, bir kaç yıl önce benzer olay, türban konusunda yapıldı. Başı açıklar ve olmayanlar... Şimdi uzun zamandır planlanan, oynanan ve artık neredeyse istenilen sonuca ulaşan konudur Kürt- Türk meselesi. Bugün bu ülkenin hiçbir sokağı hiç kimse için tekin değil. Ötekileşen, ötekini sevmiyor. Neden sevmediğini bilmeden... .
Özün insansa acın büyüktür...
Doğrudur bu... Ben, saf hümanist söylemleri olan nice arkadaşımın giderek öteki halini aldığını görüyorum. Tüylerim diken diken oluyor söylediklerini duyduğumda. Öylesine bir uğultu var ki karanlık kutunun içinde sesimi duyuramıyorum. Rüzgara karşı seslenmek gibi bir şey bu.
Anlaşılamayan nokta burada başlıyor. Aslında senin savaşın öbür insanla değil, senin savaşın iktidarların seni hep yok saymasından kaynaklanıyor. Şehir gettolarında yaşananan ekmek kavgası her yerde var. Çok zengin, para kıran Kürtler'de var, yoksulluk içersinde aç uyuyanlarda. Bir Kürt'e göre öteki Türk ise onun da çok zengini ve aç uyuyanı var. Sen sadece sana öyle dendiği için kendini haksızlığa uğruyor sanıyorsun.
Oysa haksızlık dediğin şey derin bir bok çukuru, bir kere ayağını kaptırdığında tüm hayatın boyunca o bokun kokusunu duyuyorsun burnun ucunda. O nedenle bu ülkede ve belki tüm dünyada aslolan budur aslında. Belki insan olmanın doğasında vardır bu; hep kendisinin haksızlığa uğradığını düşünmek. Belki o yüzden biz kendimizi onaylayan insanlarla olmayı seviyoruz. Karşıt görüşte olanların, öbür safta yer alanın ne dediğini duymak işimize gelmiyor, kapatıveriyoruz kulaklarımızı veya yüksek sesle bağırmaya başlıyoruz. Sonra biri elini kaldırıyor, yumruk oluyor o el, kalbinin kinini yumruğunda buluşturuyor, patlatıveriyor diğerine.
O yumruk patladığında sadece özü insan olanın canı yanıyor sanırım. Tıpkı şehit olan askerlerin haberi geldiğinde kimin içi acıyorsa o üzülüyor bu yapılana...
Çocuklarına ırkçı olmayı öğreten sensin...
Herşey şimdi orada yeniden filizleniyor. Çocukların kalbinde ve beyninde... Diyarbakır'da taş atan çocuklara taşı verende, şehirdeki çocuğuna onlar Kürt... diyen de aynı şeyi yapıyor.
Kanla yazılan coğrafyanın üzerinde uyanan tüm çocuklar acı içinde büyüyor. Kendilerinden önce yazılan kaderleri ile öpüşüp, serpiliyorlar. Gerçek öteki seni yönetmeye çalışanlardır aslında. Seni aç bırakan, istediğin eğitimi almana izin vermeyen, iş bulmanı engelleyen ve bunu körükleyen hep yönetenlerdir. Onların soysuz politikalarıdır yüzyıllardır seni üzen. Öteki dediğin sadece insandır Senin gibi bir insan...
Herkesin kanı kırmızı akar...
Her ailenin bir kara tavuğu vardır derler ya. Al bu lafı istediğin yere koy. Her mesleğe monte edebilirsin mesela... Öğretmenlerin hepsi kutsal değildir, soysuz doktorlar, kazık atan esnaflar, demirden çalan müteahhitler, kötü polisler, rant peşinde koşan siyasiler... Tüm bunlar diğerlerini aynı sınıfa koymanıza neden olamaz.
O nedenle her ırkın kötüsü olur. Ama sen herkesi aynı kefeye koyamazsın.
O gece o masada çok sevdiğim arkadaşımın tüylerimi diken diken eden sözlerini bu coğrafyanın bir başka yerinde başka birileri Türkler için, Ermeniler için,Tatarlar, Lazlar, Ermeniler, sünniler, aleviler için, uzun saçlı erkekler, kısa etekli kadınlar, eşcinseller için... Kendisinen farklı olan herkes için söylüyor olabilir.
Umarım benim gibi bir başkasının da tüyleri diken diken oluyordur. Umarım... Çünkü herkesin kanı kırmızı akar ve haksızlık bir bok çukurudur, illaki bulaşır.