Ahmet Şık, Nedim Şener ve Amcam'ın tehlikeli kitapları
Yazar: Neşe Önen
Yetmişli yıllar... Kelebek Gazetesinin açtığı yarışmalarla ünlenen sinema yıldızlarına imrenip bir gün hem şöhretli biri, hem de sol görüşlerine özenip babam ve amcam gibi sıkı devrimciliğe heveslendiğim günler...
Televizyon evimize yeni girmişti. Yayın siyah beyazdı. Yerli dizi diye bir kavram ekran lügatında henüz yerini almamıştı. Bizim yerli dizilerimiz siyah beyaz resimli cep fotoromanlarıydı. İtalyan fotoromanların Türkçe çevirileri yapılıp yayınlanıyordu. Arkadaşlar birbirimizle değiştirir, okurduk. Çoğumuz koleksiyonunu dahi yapardı.
O yıllarda, üniversitede sol görüşlü bir öğrenci derneğinin başkanı olan amcamın çoğunluğu yine sol görüşlü yayınlara ait kitaplardan oluşan büyük bir kütüphanesi vardı. Türkiyenin her bir yanında, sağ ve sol görüşlü çeşitli kesimler arasında yoğun silahlı çatışmalar yaşanıyordu. Ceza Kanunu'nun 141 - 142 gibi maddeleriyle insanlar düşünce suçundan dolayı müebbet hapis cezasına, hatta idama çarptırılıyordu.
Kitaplar tutuklamalara temel teşkil eden en büyük suç delilleri sayılıyordu. Bir çok evde, bu sebepten korkulan - evet, korkulan - kitaplar sobalarda yakılarak, evlerin bahçesine gömülerek ya da başka yöntemlerle imha ediliyordu. Böyle bir ortamda amcamın "Devrim Yapan Üç Adam", "Marksisizm-Leninizm" türünden kitapları evinde bulundurması da önemli bir tehlike arz ediyordu.
Polislerin evlere baskında bulunup, ele geçirdiği kitapların ve tutulan notların içeriğine dayanarak yaptığı tutuklamların artık, sıradan bir hale geldiği sıralarda babam da amcam için ciddi endişeler içine girdi. Ancak, amcam kitaplarına kıyıp, yakmaya bir türlü razı olamadığı için onları amcamın evinden bizim eve taşımaya ve saklamaya karar verdi. Daha doğrusu apartman dairemize yakın bir yere. Kapıcı dairesindeki kömürlüğe. Kömürlüğün yarısına çuvallarla kitaplar, yarısına da kışın yakılmak üzere kömür yüklenmesiyle kitaplar kamufle edilmiş oldu. Böylece benim de bu tehlikeli kitaplarla haşır, neşir olma serüvenim başladı.
Amcamın tehlikeli kitapları o zamana dek müptelası olduğum resimli cep fotoromanlarına hiç benzemiyordu. Beni, bu çoğu kalın ciltli kitaplara ilk çeken "Devrim", "Sosyalizm", "Marksizm" gibi iri iri puntolarla yazılmış adları olmuştu. Zannediyordum ki amcamın okuduğu tüm kitapları okursam Türkiyedeki sınıf ayrımcılığına karşı çıkabilecek derecede bilgi ve fikir sahibi bir aydın olarak kendimi yetiştirebilirdim.
Gerçekten de bu tehlikeli kitapları okudukça yeni ve cep fotoromanlarından çok daha farklı bir dünya buldum. Mesela Nazım Hikmetle tanıştım. Romantik aşklar yerine gerçekçi, hayatın içinden hikayeler anlatan yerli ve yabancı yazarları keşfettim. Halkların kardeşliği ve eşitlik söylemi üzerine kurulu felsefi görüşleri öğrendim. Kapital, emperyalizm gibi bilmediğim terimleri anlamaya başladım.
Maalesef, bu kitaplarla beraber hayatın bizzat kendisi de, cep fotoromanlarında ki kadar saf ve masum olmadığını sert tokatlarla yüzüme vurmaya başladı.
Yetmişli yıllar hem zor hem acı yıllardı. Oturduğumuz yer İstanbulun Fındıkzade semti ve civarı Türkiyenin en çok öğrenci çatışmalarının yaşandığı yurtların merkeziydi. Küçücük yaşımızda ben ve kardeşim bir çok silahlı eyleme ve gencecik insanların gözümüzün önünde öldürülüşüne tanık olduk. Cadde yada sokakların kan gölüne bulanmış görüntüleri bizim için günlük, kanıksanmış bir olaydı.
Nice insanlık trajedesinin ortasında bacak bacak üstüne atıp cep fotoromanı okumaktan zevk almak mümkün değildi. Bir yanım cep fotoromanı okumayı özlemekle yanıp tutuşsa da bunu kendime tamamen yasaklamak zorunda kaldığım bir gün eninde sonunda gelip, çattı. İlk çocukluk aşkım olan folklor hocamız henüz yirmi iki yaşında öldürüldüğünde aldım bu kararı. Onu tanıdığımda ilkokul öğrencisiydim. O benim çocuk dünyamın yakışıklı prensiydi. Amcamın en yakın, devrimci arkadaşlarından biri. Babam bir akşam iş dönüşü eve gelip, Kemal Hoca faşistlerce katledildi yazılı, buruşuk bir gazete parçasını titreyen elleriyle bana uzattığında Kemal Hocamın hayata veda haberiyle birlikte ben de cep fotoromanlarıma elveda dedim.
Artık, Kemal Hocamı öldüren katillerle de mücadele edebilmek için amcamın tehlikeli kitaplarını daha çok okumam ve öğrenmem gerektiğine dair iman tazeledim. Faşistlere, Kemal Hocamın, babamın, amcamın ve onlar gibi devrimcilerin iyi ve güzel, barıştan, özgürlükten yana insanlar olduklarını anlatmalıydım. Onlar öldürülmeyi hak edecek hiç bir şey yapmamışlardı. İstedikleri tek şey daha hakça ve adilce bir düzenin kurulmasıydı. Bunun için adam öldürülür müydü?
Ders kitaplarımın bulunduğu kütüphanemin en alt rafına amcamın tehlikeli kitaplarından bir kaçını baş ucu kitabım olarak yerleştirip, kendime günlük okuma planları hazırladım. Bu kadar sürede şu şu kitaplar bitirilecek şeklinde. Sanki kendimi kısa bir süre sonra çıkıp gelecek bir halk devrimine, ihtilaline hazırlamak ister gibiydim.
İhtilal düşlediğimden daha kısa bir sürede çıkageldi. Ancak, bu Kemal Hocamın ümit etmiş olduğu, babamın, amcamın, benim ve diğer devrimcilerin beklediği türden değildi.
12 Eylul askeri darbesi olduğunda ben on dört yaşımdaydım. Her ihtilal acı ve gözyaşını da beraberinde getirir. Bunu okuduğum kitaplardan biliyordum. Tarih bu yazgıyı bu sefer de değiştirmedi. Kısa sürede, sokaklarda öldürülen gencecik insanların yerini hapishanelerde işkenceyle öldürülen ya da idam edilen gençler almaya başladı... İhtilal annelerin gözyaşlarını tamamen silmeye değil sanki bir süre daha akıtmaya gelmişti.
Çocukluktan genç kızlığa geçerken içimdeki çocuk da öldü... Önce amcamın tehlikeli kitapları yakıldı birer, birer. Kömür sobamıza atılan her kitapla beraber umut ve hayallerim de kül oldu. Darağacına gönderilenlerin boynuna geçirilen urgan düğümleriyle biraz daha boy attım, büyüdüm. Genç kızlığımı yaşayamadan ihtiyarladım.
Amcamın tehlikeli kitapları yakıldıktan sonra, tekrar resimli cep fotoromanları aramaya başladım. Onların yarattiği toz pembe hayal dünyalarına sığınmak, hayatı ve dayanılmaz gerçekleri kendime unutturmak istedim. Bulamadım. Meğer resimli cep fotoromanlarının devri çoktan bitmiş. Farkına varamamışım. Yeni bir nesil geliyor ve bu yeni nesille beraber siyah, beyaz resimli cep fotoromanlarının yerini artik renkli camda oynanan yerli, yabancı diziler alıyordu.
Benim için amcamın tehlikeli kitaplarının yeri doldurulamazdı. Ne var ki yapılacak bir şey de yoktu. Acılara katlanmaktan, yeni tehlikeli kitaplar yazmayı ve yazılmasını, Kemal Hoca'mı, amcamı ve diğerlerini bir gün anlatabilmeyi ummaktan başka...
Not: Sevgili Kemal Hocam, seni çok özlediğimi söylemeye gerek var mı?.. Elbet bir gün kavuşacağız. O zamana kadar, bir gün ülkemde insanların okudukları ya da yazdıkları kitaplardan dolayı tutuklanma tehditi altında olmayacağı günlerin gelecegine dair içimdeki inanç hic bitmeyecek. Tıpkı Nazımın dediği gibi; Güzel günler göreceğiz çocuklar / güneşli günler göreceğiz / motorları maviliklere süreceğiz çocuklar / ışıklı maviliklere süreceğiz...