Aylardan doğu, günlerden Doğubeyazıt. Ağrı Dağı'nın eteklerinde uzak çok uzak bir diyardayım, izini sürmeyi bilmediğim topraklarda. Öyle ki kokusunu özlediğim denizi bile hissedemiyorum. Üstüne üstlük hastayım, ateşim yüksek, lakin bir büyünün içerisinde olmalıyım ki umursamıyorum. Yavaş yavaş bir tepeye doğru ilerliyorum. Göz alabildiğine geniş, ufuk çizgisini kaybettiğim arazileri aşağıda bırakıyorum. Bilindik Van Gogh tabloları gibi empresyonist bir renk cümbüşüne dönüşüyor her yer?
Gözlerimin önünde çok büyük bir saray beliriyor ve giderek netleşiyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun batıdaki Topkapı Sarayı kadar önemli bir doğu sarayı, İshak Paşa'nın sarayı tüm azametiyle karşımda duruyor. 18. Yüzyıl'da sarı taş bloklardan inşa edilen, 116 odalı olduğunu öğrendiğim saraydan içeri adım atmak için sabırsızlanıyorum.
Geniş bir avlu karşılıyor beni, derken iç içe geçen ve birbirine açılan odaların ve salonların içerisinde kayboluyorum. İshak Paşa'nın misafirlerini ağırladığı ihtişamlı salondan mutfağa geçiyorum. Mutfak çok gerçekçi, duvarlar is içerisinde, sanki yaşam dün sonlanmış gibi. Gözlerimi kapıyorum ve bir anda hummalı bir davete hazırlanırken mutfağın bir köşesinde buluyorum kendimi. Dışarıda hava soğuk, kar var galiba, köleler ocakları durmadan kömürle harlıyorlar. Gözlerimi açıyorum yine aylardan doğu, günlerden Doğubeyazıt, ürkütücü bir sessizlik var.
Gösterişin, ihtişamın, azametin her köşe başında olduğu odalar odalara, salonlar salonlara, kalem işli kapılar koridorlara açılıyor. Sonunda tek girişi olan ve hiçbir yerden çıkış olmayan, labirent gibi bir alanda buluyorum kendimi. Kapının üzerinde harem yazıyor. Sessiz harem en gösterişli salonla aynı duvarı paylaşıyor, ironik. İki tane şömineli büyük oda ve birbirine açılan küçük odalar, sonu hiçbir yere varmayan yitik hayatların daha da yitirildiği dar koridorlar...
Burada yaşayan, aslında yaşayan değil sadece nefes alıp verirken günleri deviren kadınları düşünüyorum. İshak Paşa ile sadece bir gece geçirebilmek için tüketilen canlar. Sarp kayaların hemen üzerinde ve Mezopotamya kadar uçsuz bucaksız bir ovaya bakan pencerelerden bir tanesinin geniş pervazına oturuyorum. Gözlerimi kapıyor ve haremdeki kadınlar gibi kadın olmak üzere düşünürken buluyorum kendimi.
Durumun aslında günümüzden hiç farklı olmadığını anlıyorum. Onlar somut sınırlar içerisinde bense 21. Yüzyıl'ın soyut sınırlarında çocukluğumdan bu yana kadınlığımı sorguluyorum. Hemen yan salonun gürültülü eğlencesi haremin, dar, soğuk, rutubetli ve karanlık odalarında ve koridorlarında yankılanıyor, sorgulanan kadınlıkla beraber neredeyse elle tutulup gözle görülecek kadar somut bir ironi oluşturuyor.
O zaman adını koyuyorum, bilmediğimi sandığım; ama aslında bana çok tanıdık toprakların nerede olduğunu. Sorumun cevabını sarı kesme taş duvarların arasında, haremin çaresiz pencere pervazında buluyorum.
Burası Doğubeyazıt, burası kitabesinde 1784 yılında yapıldığı yazılan İshak Paşa Sarayı, bir gün kaçsan bile muhafızlardan önce sarp kayalara yakalanacağın, sarp kayalıkları aşmayı başarsan bile kendini gitmekle belki de hiç bitmeyecek kadar geniş bir ovanın ortasında bulacağın; kadının adının olmadığı coğrafya.
(Fotoğraflar
Ağrı Valiliği'nin ve
Ağrı İl Özel İdaresi'nin web sitelerinden alınmıştır)