Ekmeksiz de yaşanabiliyormuş 2016-09-30 00:00:00
Yazar: Ali Ertan Erciyas
Bir haftadır ekmek ve ekmek benzeri unlu mamuller yemiyorum ve hala yaşıyorum; inanılır gibi değil! Ben ki her yemekte, her öğünde ekmek arayan, ekmek yemeden kendini doymuş saymayan ben, ekmeksiz de yaşayabiliyormuşum.
Ticaret Lisesi'nde okurken öğretmenlerimizden biri, (yanlış hatırlamıyorsam Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenimiz Ahmet Yeniay) derste İsveç'teki öğrencilerle bizi karşılaştırmıştı. Başta İsveç olmak üzere Kuzey Avrupa ülkelerindeki insanların zeka düzeyi ile kültürel düzeyinin yüksekliğini ve bilimsel araştırmaların fazlalığını, bu ülkelerde yaşayan çocukların tıka basa ekmek yemediklerine ve protein ağırlıklı beslendiklerine bağlamıştı. Bizim ise ekmeksiz yapamadığımızı söylemişti.
Ona göre, hamurla beslenen, etle, sütle, yumurtayla, kısacası protein ile beslenen ile aynı olamazdı. Bunula ilgili bu varsayımı doğrulayan kanıtlanmış araştırmaların yapıldığını söylemişti. "Hoca camide, bana öğretmenim diye hitap edin" diyen Ahmet öğretmen haklıydı belki, ama protein vardı da biz mi yemedik? 1980'li yıllarda ne bugünkü ürün çeşitliliği ne de et-süt ürünleri satan çok sayıda satıcı vardı.
Bu arada "Hoca camide, bana öğretmenim deyin" sözüne takılmış olabilirsiniz. Sizler bu sözü ilk kez yapım yılı 2003 olan Hayat Bilgisi dizisindeki Afet öğretmenden duymuş olabilirsiniz. Ama biz, Cumhuriyet Ticaret Lisesi öğrencileri, bu sözü 1982 yılında çok değerli öğretmenimiz Ahmet Yeniay'dan sıkça duyardık. Yaşıyorsa 80'li yaşlarında olmalı, kulağı çınlasın.
Ekmek konusuna dönersek...
1940'lı yıllarda İkinci Dünya Savaşı'na girmemişiz ama Türkiye'de yaşam o yıllarda hiç de kolay değilmiş. 1945 yılında 9-10 yaşlarında olan annem ve babam, zaman zaman yaşam koşullarının ne kadar zor olduğunu anlatırdı. Çocukluğumuzda, ne zaman kahvaltıda "Taze ekmek yok mu, bir gün önceden kalan ekmeği mi yiyeceğiz?" diye söylensek, "Ankara gibi bir yerde un bulamazdık, biz ekmeği karneyle alıdrık, çoğu zaman bayat olan ekmeğin içinden çıkan kurtçukları ayıklar öyle yerdik. Bunu bulduğumuza şükrederdik" derlerdi.
Haklılardı da. Ama insanoğlu yokluk görmediyse, yokluğu bilmez, rahata çok kolay alışır. Onlar aradan geçen onca yıla karşın yaşadıklarının derin izlerini öylesine yaşadilar ki, bir lokma ekmeğin değil, bir kırıntının bile ziyan edilmesine üzülürlerdi. Ekmek nimetti, kutsaldı. Yere düşürecek olsak, nereden öğrenilmiş bilinmez, üç defa öpülüp başa konur, sonra üflenip yenirdi. Yenmeyecek gibi kirlendiyse, ayak altında bir yere değil, yükseğe konurdu ki kuşlar yesin, çöpe gitmesin diye.
Sofrada önümüze konan ekmek bitmeliydi, bir lokma bile kalmamalıydı. Anneler bunun için çeşitli teşvik yöntemleri geliştirmiştir. "Son lokmayı bırakma, bak arkandan ağlar" da "O kalan bir parça ekmeğinle tabağını sıyır da yavuklun (sevgilin), nişanlın güzel olsun" gibi sözler kulaklardadır.
Böylelikle hem son parça ekmek bitirilir hem de tabak iyice sıyrıldığı için yıkaması kolay olurdu. Ben işi ileriye götürüp tencereleri de sıyırdığım için bugün diyetten diyete geçiyor, diyetisyenlerle endokrin uzmanları arasında gidip geliyorum.
Canı sağolsun, çok şükür ki annem hayatta ve yine ne zaman evlerine gitsem yemeğimi ve ekmeğimi bitirmem konusunda ısrar ediyor. Yaşanan sıkıntıların izleri kolay silinmiyor, hatta ömür boyu sürüyor.
34 yıl önce Ahmet öğretmenin söyledikleri geliyor aklıma. Sonra bakıyorum etrafıma, ülke nüfusunun büyük çoğunluğu için hamur işleri ile beslenme hala vazgeçilmez. Alım gücü düşük insanlar için en temel besin maddesi hala ekmek. Fırınlarda sosyal dayanışmanın bir örneği olarak askıda ekmek uygulaması var.
Ekmekte var da, neden şarküteri ve marketlerde askıda et, süt, yumurta yok diye düşünmeden edemiyorum. Amaç iyilik yapmak ve paylaşmak ise çıtayı daha yükseltmeliyiz. Proteini düşük, hamuru yüksek beslenmenin bedelini toplumca ödüyoruz. Kendimizi de, çok protein tüketenler Gut hastası olur, biz olmayız diye teselli ediyoruz.
Ekmek ile unlu mamüller çeşitliliğinde ve satanların sayısında her geçen gün artış görüyorum, ama bunun yanı sıra besin intoleransı yaşayan, çölyak hastası olan, buğday ürünlerindeki glutene duyarlı insanların da sayısının arttığını öğreniyorum. Çünkü ne buğdaylar eski buğday, ne unlar eski un, ne de insanlar eski insan. Yaşam koşullarımız ve alım güçlerimiz her geçen gün artarken sağlık sorunları da buna paralel artış gösteriyor, yaşam kalitemiz artmıyor, azalıyor.
Bir lokma ekmeğe muhtaç kalmayacağınız aydınlık bir geleceğiniz olsun.