Bir müddet önce köyle ilgili albümüme bakarken, küçük yaşlarda bir kızın resimlerini görünce, "Ne oldu acaba bu cesur kız?" diye merak etmiştim. Neden "cesur kız" diyorum? Kadınların ve kızların, özellikle köye ilk geldiğimiz aylarda, asker görünce bırakın konuşmayı, hemen saklandığı veya kaçtığı bir ortamdan söz ediyorum. Okul açılışı için asker eşlerinin ziyaret ettiği gün, aslında kadınların topluca göründüğü ilk gündü herhalde. Korkudan gelemeyen birçok kadın da uzaktan izlemiş ve dinlemişti.
İşte böyle bir ortamda askerlerin ve erkeklerin arasına atlayıp köy içerisinde yürüyen paşanın yanına aniden yaklaşan bu küçük kızı görünce çok şaşırmıştım. Paşadan utana sıkıla, ama büyük bir cesaretle okumak istediğini ve yardım etmesini talep etmişti. Paşa da şaşırmış, ama memnuniyetle karşılamıştı. Bana dönüp bu kızla ilgili bilgileri almamı ve kendisine iletmemi istemişti. O günün kamera çekimlerine tesadüfen giren bu olayı defalarca izledim.
İnternet ortamında bulduğum, haberleştiğim Fatma Kız'dan o notu alırken, yirmi sene sonra böyle bir öyküye konu olacağını hiç düşünmemiştim.
Aslında bundan birkaç ay öncesine kadar, o köyden yetişen gençler benim için sadece bir hatıra ve merak konusuydu. Yirmi yıl öncesinde kalmış bu öykülerin izinde, bulduğum ilk genç oldu Fatma Kız. Ve şimdi birlikte, o yılların izlerini zorluyor ve okuyabilmiş köy çocuklarının ve gençlerinin öykülerini birlikte arıyoruz. Kendi penceremden gördüğümü anlattığım hikayenin başlangıç kısmını yıllar sonra Fatma Kız'dan dinlemek ilginçti. Aslında ikimizin algıları farklıydı. Şöyle anlatmış notlarında Fatma Kız:
"Köy okulumuzu terör kapatmıştı. Ailelere gizliden gizliye baskı vardı, kimse çocuğunu okutmayacaktı. Kızların ilkokul beşinci sınıfa kadar okuması bile mucizeydi, ki ben beşinci sınıfı iki yıl önce bitirmiştim. Ama köyün töresi gereği, tüm kızlar gibi evde oturup evleneceğin insanı beklerken, bir yandan da çeyizini hazırlayacaktım. Ümitsizliğin en dip noktasındaydım, 13 yaşındaydım ve görücülerim gelmeye başlamışlardı.
Babam çok sıkı kuralcıydı. Ona göre, kız çocukları okumaz, okusa bile köy yerinde olmaz, en iyisi bir an önce evlenmeleriydi. Annem ise okumamızı istemesine rağmen maalesef köyde okul açık olsaydı bile, terörün bizi dağa çıkarması korkusuyla, O da dayımın oğlu ile evlendirmeye niyetliydi.
Diğer üç ablam da zorla evlendirilmişti, belli ki benim de sonum oydu. Emine ablam, okurken çok başarılıydı. Öğretmeni, babama onu okutmak için yalvardıysa da kâr etmemişti. 12 yaşında evlendirdiler onu. Saime Ablam dikiş nakış hocalığını kazandığı gece, babam onu da apar topar evlendirmişti.
Bana da boyun eğmek düşüyordu, böylesi kadere kahrediyordum. Kader diyorum çünkü buydu, terör ve töre. Zaten aile olarak da, teröre sempati duymadığımızı köyde bilmeyen yoktu ve bu daha da zor bir durumdu. Kendimi düşündüğüm de bir şeyler yapmak ve okumak, ailemi düşündüğümde ise "Boş ver okulu, boyun eğ töreye ve teröre" diyordum.
Birgün baktık ki köyde hummalı bir çalışma var. Adını sık sık duyduğumuz ama korkudan ne zaman görsek içeriye kaçıp saklandığımız, askerlerin komutanı Aydoğan Binbaşı bir çalışma başlatmıştı. Köylünün o zaman ki deyimiyle, huzurumuzu kaçıracaktı bu binbaşı. 'Hiç olur mu ya, terör vallahi bizi de, askeri de bir gecede yakar' diyorlardı. İşte böylesi bir cehaletle mücadele edecekti, Aydoğan Komutan...
Askeri gördüğümüz zaman bize söylenmişti, içeri koşulacak ve kapılar kilitlenecekti. Eveeet, hummalı bir çalışma başlamıştı ve köy okulu açılacaktı. İlk zamanlar şöyle dedikodular ağızdan ağıza yayıldı. Hele bir gidin de Aydoğan Komutan okulu baştan yaratmış diye, ama kadınlar 'Boşuna' diyorlardı, okuyacak çocuk yok ki, terör korkusuyla kimse gönderemezdi çocuğunu okula.
'Üç beş gün sonra giderler, sakın inanmayın askere' diyorlardı. Hatta, 'Yok be, bu binbaşının niyeti başkadır, askerden adama dost olmaz' gibi, ona benzer neler söylendi. Ben bu Aydoğan Komutan'ı çok merak etmiştim. 'Anne, ben gidip bu komutanla tanışsam' dedim. Annem kıyametleri kopardı, 'Olur mu? Bir gören, bir duyan olur, bizi köyde ateşe mi versinler istiyorsun?' dedi.
Okulun açılış günü gelip çatmıştı. Köy muhtarı anons üstüne anons yapıyordu, 'Köyümüzün okulu açılacaktır, açılaşa Paşa gelecek' diye. Herkeste bir heyecan, ben de paşa denilince, padişah gibi biri diye hayal ediyordum.
İlk zamanlar olumsuz dedikodu yapanlar yavaş yavaş azalmıştı. Aslında Aydoğan Komutan okulu açmakla, köylünün bir çoğunun, kalbini fethetmiş, güvenlerini kazanmıştı ve ona büyük bir inanışla, açılış günü herkes bayramlıklarını giyinmişti ve tören alanına erkenden gitmeye başlamıştı.
Sonuçta, 'Bu komutan sözünün eri, her dediğini yapıyor. Hatta köyün yıllardır kangren olan su sorununu bile çözmek için söz vermiş' diye anlatmaya başlamışlardı. Kadınlar için bu çok büyük bir umuttu.
Maalesef, bize izin çıkmamıştı, millet tören alanına giderken, biz de annemle tuz öğütmeye gittik. Tören bizim neyimize idi. Ama bir haftadır içim kıpır kıpırdı. O padişahın huzuruna çıksam, 'Okumak istiyorum' desem... Yok, yok, yok olmaz, babam duyarsa vurur ya da köydekiler hep alay eder.
Acaba, padişah okumam için ne yapabilir ki. 'Boşver Fatma, sen işine bak' diyordum, ama tören alanından, ne coşkulu bağırışlar, davul zurna ve halay sesleri geliyordu. Allah'ım keşke uzaktan da olsa görseydim. Şimdi balonlar, bayraklar da asılmıştır okul bahçesine, yeni öğretmen de gelmiş, hem de kadınmış biri.
Küçük ama genç kız kuvvetini göstermek zorunda olan ellerim, içimdeki o heyecan nedeni ile terlemeye başladı, kalbim bana ağır gelmeye başlamıştı. Derken yanıma köyden birkaç kız arkadaşım geldi. 'Fatma biz töreni izlemeye gidiyoruz, sen gelmeyecek misin?' diye seslendiler.
Annemi ikna çalışmalarına başladım, yalvarıyordum, 'Vallahi gidip bir kenarda izleyip geleceğiz' diye... Annem, 'Koskoca gelinlik kızlar, ne işiniz var?' diye çıkışsa da sonunda ikna ettik. 'Gidin gelin, baban eve gelmeden de evde ol' dedi.
Yolda kızlara dönerek, 'Ben galiba padişaha okumak istiyorum diyecem' dedim. Kızlar alay ederek ve biraz da ürkerek yolda beni yalnız bıraktılar. Ben tören alanına nasıl ulaştığımı bile anlamadım, uçuyordum, bir anda korkularımı ertelemiş ve karar vermiştim. Padişah belki derdime derman olurdu, bu son umudumu da deneyip kaybedersem kaderime boyun eğecektim.
Bu ağır yaşam koşullarına, ağır töreye, kadının hep ikinci planda tutulduğu bu düzende kaybolup gidecektim. Ha bir Fatma fazla, ha eksik. Diğer kadınlar gibi, bir eşya, bir mal gibi satılmaya razı olacaktım...
İşte tam burada kesildi Fatma'nın yazısı, bir boşluk oldu. Tam ne olduğunu soracaktım ki,
"Canım ağabeyim, değerli komutanım, duygulandım, ara vereceğim galiba... Görüşmek üzere... notu geldi.
Hiç yanıt vermedim, ben de duygulanmıştım. O ana kadar gönderdiği mesajları tekrar tekrar okudum. Ertesi akşam,
"Bu acımasız coğrafyada acı çeken insanların haykırışını duyan yüreğinize sağlık. Kimsenin göremediği ya da görmek istemediği gerçekleri gören yüreğinize sağlık diyerek tekrar başlıyorum satırlarıma..." mesajı geldiğinde heyecanla okumaya başladım:
"Devam edeyim komutanım, hayatımı değiştiren o güne... Ben tören alanına gidene kadar okulun açılışı yapılmıştı. Paşa ve beraberindeki heyet, yine Aydoğan Komutan'ın aktif hale getirdiği köyün futbol sahasında verilecek yemek için ilerliyorlardı. Arkalarından koştum, komutana yaklaşıp, cılız bir sesle, 'Komutanım komutanım' dedim. 'Buyur kızım' dedi babacan bir tavırla. 'Ben okumak istiyorum' dedim. 'Oku kızım, tabii ki oku' deyince, 'Komutanım, ailemin maddi durumu iyi değil ve en önemlisi burada kızlar ilkokul beşinci sınıfa kadar zar zor okurlar, ben o kızlardan olmak istemiyorum, sonuna kadar okumak istiyorum ve sizden bir baba desteği istiyorum' dedim. Koca paşa durdu, döndü ve sırtımı sıvazladı 'Tamam kızım, seni ben okutacağım' deyip, oradaki askerlere ismimi not aldırdı. Ben de kalabalıkla beraber, futbol sahasına kadar gittim. Beni eşi Nermin Hanım'a, 'Bak bu Fatma, o artık ikinci kızımız, Onu biz okutacağız' deyip tanıştırdı. Eşi ve yanındaki bütün komutan eşleri benimle ayrı ayrı ilgilendiler.
Eşindeki o sıcaklığı, o samimiyeti ömrüm boyunca unutmayacağım. Üstümdeki basma eteğime, ayağımdaki naylon ayakkabıya, hiiiç aldırış etmeden kucağına oturttu, kendisi ile birlikte yemek yedirtti.
Anam her anlatışımda derdi ki, 'Bu kadar alçak gönüllü oldukları için, Rabbim onlara bu rütbeleri vermiş'...
Uzun lafın kısası, ben yukarı mahallede onlarla beraberken, babam anneme, 'O kız nerde? Çabuk kızı getir' demiş. Komutanlarla vedalaşıp eve geldiğimde, evi bağırtılar almış, 'Kızım nerde?' diye.
Babam bana yönelince, anneme, 'Bağırmayın, tören alanındaydım. Orada komutan babayla tanıştım, manevi kızı oldum. Beni okutacaklar, bu kadere boyun eğmeyeceğim' dedim. Babam iyice sinirlendi, 'İki yıl olmuş, okula gitmemiş, her şeyi unutmuş ve en önemlisi, koca komutanın başka işi yok, senin peşine gelecek. Kurduğu hayale bak' deyince, içim bir anda kararmıştı. Belki babam haklı. Komutan çıktı gitti. Beni mi hatırlayacak? Odaya girip saatlerce ağladım."
***
Aslında o ertesi günü çok net hatırlıyorum. Komutan, Fatma Kız için sabah saatlerinde beni aramış, valiyle görüştüğünü, yakın bir ilçemizde bulunan yatılı bölge okuluna kaydının yapılacağını söylemişti. Ailesiyle görüşmemi istemiş ve aile karşı çıkarsa eşiyle birlikte bizzat gelip aileyi ikna etmeye çalışacaklarını belirtmişti. Kendisine kıyafet gönderdiklerini, hazır olunca da önce kendi konutlarına beklediklerini söylemişti. Daha sonra da okula bizzat benim götürüp teslim etmemi ve yöneticilerle görüşüp durumunu anlatmam talimatını vermişti.
Fatma Kız'a "o günü" de sordum. O gün evde neler yaşandığını şöyle anlattı:
"Ertesi gün Aydoğan Komutan araçla kapımıza geldi. Elinde hediye paketleri... Komutan ve eşi, bana giyecek, öteberi alıp göndermişler ve beni ertesi günü il merkeze, evlerine bekliyorlarmış.
Babam 'olmaz' deyince Aydoğan Komutan, biraz rütbesinin gücünü de kullanmak zorunda kalarak, 'Bak amca, hiç zorluk çıkarma. O bizim de kızımız. Biz ona söz verdik ve asker sözünü tutar' dedi. 'Terör gelmiş, kız erkek dinlemeden gençlerinizi dağa götürmüş, bak bu çocuk dağa çıkmak değil, okumak istiyor. Günahtır, engel olma, okusun, ülkesine hayırlı bir genç olsun' dedi. 'Zaten bana he demezsen, Paşa ile hanımı gelecek, onları da kırabilecek misin?' deyince, babam istemese bile kabullenmek zorunda kaldı...
Ben havalara uçuyordum... Kalbim duracaktı... Bunlar asker mi, birer melek mi, hayal mi bilmiyorum, ama bildiğim tek şey, artık benim için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı... Odaya girip avazım çıktığı kadar bağırdım, sevinç çığlıkları attım.
Askeri araçlar evimize gelip gittikçe, köylülerden çoğunun hoşuna gitmediyse de hiç aldırış etmedik. Bizi her gördüklerinde fısır fısır konuşmalar... Aslında, içimden ailem için çok korksam da yolumdan dönemezdim, okuyacaktım."
Birkaç gün içinde Fatma ve ailesi hazırlandı. Birlikte önce Paşanın evine gittik, orada büyük bir sevgiyle karşıladılar Fatma'yı. Birlikte yemek yediler, sohbetler edildi ve sonunda ayrılık vakti gelmişti.
Kızımızı, okuyacağı ilçenin yatılı bölge okuluna bizzat götürerek teslim ettim. İlçede kendisine bir banka hesabı açtırdım. Daha sonra, okul yetkilileri ile görüştüm ve bir ihtiyaç olduğunda, bölge komutanlığına bilgi vermelerini isteyerek ayrıldım.
Bu benim Fatma'yı son görüşüm oldu diyebilirim. Belki ben bölgeden ayrılmadan, bayram veya tatil için geldiğinde görmüş olabilirim, ama hiç hatırlayamıyorum.

1997 yılında emekli olduktan sonra, sık sık görüştüğüm Bölge Komutanım ve eşinden, Fatma' nın okul hayatının başarıyla devam ettiği haberlerini alıyordum. Ancak, bölge komutanımız da aldığı her terfiyle, gittikçe artan yoğun bir çalışma içerisindeydi ve sadece o aradıkça görüşebildiğimiz günlere gelmiştik. Çok sık yurt dışı görevlere gidiyordu ve kendisinden uzun süre haber alamıyorduk.
İşte, bizim bile paşaya ulaşmakta zorlandığımız, o yoğun yılları sordum Fatma'ya... Okul yaşamının çok önemli iki aşamasında, maalesef paşaya ulaşamadığını ve çaresizce diğer alternatifleri değerlendirmek zorunda kaldığını anlattı. Çok üzüldüm ve "Keşke benim irtibatım olsaydı" diye de çok üzüldüm. Geriye dönük en büyük pişmanlıklarımdan biri olarak kalacak.
Fatma, sonra yaşananları, gelişmeleri anlatırken şöyle yazdı:
"Yatılı bölge okulu bitince, Ankara Sincan'da (ismini şimdi hatırlayamıyorum) bir okul kazandım. Ama babam rahatsızdı, o nedenle Sincan'a kayıt için, dayımla birlikte gittim. Çok güzel bir okuldu ve hayatımın dönüm noktasıydı. Okulun yurdu yapılmıştı ama yaklaşık iki ay sonra faaliyete geçeceği için, kalacak geçici bir ev ya da yurt bulmam gerekiyordu. Canımı hiç sıkmadım, 'Paşa babam bir çözüm bulur' diye düşünüyordum. O da Ankara'daydı. Hemen aradım, ama maalesef bir türlü görüşemedim. Bendeki telefona emir subayı bir yarbay çıktı, kendimi anlattım, olayı da anlattım, fakat sanki bana inanmadı. Bir sürü sorular sordu, kapattı, ama akşama kadar bekledik, yanıt gelmedi ve çaresizce köye geri döndük.
Okulların kayıt tarihi bitmeden babam, Sarıkamış ilçesinde oturan halamlara götürdü. 'Artık seni yarı yolda bırakamam, hele paşa baban duyarsa çok üzülür' deyip kaydımı oraya yaptırdı. Ama sırf halamlara yakın diye, ticaret meslek lisesine yazdırınca benim üniversite hayallerim oracıkta bitti. Çünkü meslek lisesinden üniversiteyi kazanmak neredeyse imkansızdı o zamanlar. Aslında o okulda da çok başarı?ı oldum. Öğretmenlerim babamla konuşarak 'Anadolu lisesine kaydıralım, yazık olmasın kıza' dedilerse de kâr etmedi, babam inatla orada okutmaya devam etti.
Derken paşa babam beni yeniden buldu, ama ben ne Sincan'ı, ne emir subayını ve neden ticaret lisesine gönderildiğimi, bir türlü anlatamadım ona. Çünkü her sorunu ona yansıtmak ve onu üzmek istemiyordum. Olan olmuştu, geleceğe bakmam lazımdı."
Bundan sonrasında bir kere daha lazım oldu paşa babası, ama maalesef yine ulaşamadı. Çünkü, Komutan yurt dışı görevindeydi ve irtibat numarası yoktu. O sene ticaret lisesini de birincilikle bitirmişti. Bilkent burs imkânı sağlıyordu, ama paşa babaya danışmadan nasıl yapacaktı ki? Bilkent onun desteği olmadan, bir hayaldi sadece. Böylece öğrenim süresi boyunca ikinci kritik fırsatı da kaçırmıştı.
Zorunlu olarak Atatürk Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Muhasebe Bölümü'ne gitmiş, hayalleri maalesef yarım kalmıştı. Meslek yüksek okuluna başladıktan sonra, Paşa babası tekrar onunla irtibata geçmiş ve hiçbir şeyden habersiz, kutlamak için aramıştı.
Fatma'nın hesabına her ay otomatik talimatla para geliyormuş. "Ara sıra da harçlık maksatlı gönderirdi" diye anlatmıştı Fatma Kız. Ona, "Bu para ve harçlıklar, sana okul masrafların için yetiyor muydu kızım?" diye sordum. "Ben tatillerde çalıştım Aydoğan Ağabeyciğim. Kazandığım paraları biriktirdim. Askeri lojmanlarda çocuk baktım, temizliğe gittim..." yanıtını verdi. Belki o gururla söylemişti, ama benim biraz içim burkulmuştu.

Fatma Kız, gittiği tüm okulları olduğu gibi, muhasebe bölmünü de birincilikle bitirmiş. Diplomasını da, tören programına katılan sanatçı Erol Evgin'den almıştı. Komutan okul bitince il belediyesinde işe alınması için yardımcı olmuş ve Fatma Kız, belediyenin muhasebe servisinde geçici kadroyla işe başlamıştı. Bu arada, yüksek öğrenimine devam ederek dört yıllık fakülteyi bitirmiş ve mesleki kariyerini geliştirmişti. Devletin açtığı kadrodan da istifade ederek asil kadroya atanmıştı.
Ona, "Ankara'da istediğin liseye ve Bilkent'e gidememene çok üzüldüm. Keşke irtibatım olsaydı, ben mutlaka ulaşırdım Paşa' ya veya kendim bir şeyler yapabilirdim belki. Bazen böyle istediğimiz gibi gelişmiyor olaylar, dere akıyor ve yatağını buluyor. Tebrik ediyorum, büyük bir başarı hikayesi bu" diye yazabildim. Fatma Kız, bu yıllardaki duygularını şöyle anlattı:
"Sonu iyi bitti, hiç üzülmeyin. Mücadeleyi öğrendim... Temizlikçi iken de, en güzelini yapmaya çalıştım, öğrenci iken de. Paşanın güzel haberler beklediği küçük Fatma iken de ve şimdiki işimde de en güzelini yapıyor kızınız. Sevilen saygı duyulan biri emin olun buna...
Görevim muhasebecilik. Eğer işimi iyi yapıyor, çok takdir ediliyorsam ve sevilen biriysem, bunu sizlere borçluyum. Sizler sadece bir Fatma'yı o hayattan kurtarıp topluma kazandırmadınız, binlerce Fatma'yı kazandırdınız. Aileme bakıyorum, yeğenlerime destek oluyorum, düşenin elinden tutuyorum. İşte sizler bütün bunları kazandırdınız bu topluma..."
Sevgili Fatma Kız'ın mesajı şu satırlarla bitiyor:
"Hayatımdan üstün ve canımdan öte, iki can var ve bu iki cana, canımı feda etmekten, hiç bir zaman geri durmam. Her zaman, her yerde, o iki cana minnettarım: Sayın Ergin ve Nermin Saygun... Bana verdiğiniz bu hayat için sonsuz teşekkürler... Teşekkürler Sayın Aydoğan Abim. Bu can, bu tenden çıkana kadar, sizi hep sevecek ve hiç unutmayacak olan kızınız Fatma."
Ben teşekkür ediyorum Fatma Kız...
Cumhuriyet ne güçlüklerle kuruldu ve ne mucizeler yaratıldı.
Tek kabahatimiz, görevdeyken ve yetkiliyken yapamadıklarımız...
Dönün bakın geriye ve varsa vaktiniz, devam edin dokunmaya...