Bir seçim oldu mu ya da bir toplum kendi geleceğinin önünü nasıl keser? 2023-06-24 14:56:41
Yazar: Oğuz Adanır
Pek çok insanımız toplumun büyük bir yanlış yaptığını “hepimiz kaybettik” deyimiyle ifade ediyor. İçini doldurmadıkça konuyla ilgilenen büyük bir kesimin zihninde hangi gerçekleri çağrıştırdığı çok da belirgin olmayan doğru bir söz olarak kalacak. Bu çok yönlü ve çok boyutlu olayın daha önce olduğu gibi hem ulusal hem de uluslararası sonuçları var ya da olacak.
Bunun nedeni Türkiye’nin uluslararası ticaret, hukuk, işbirliği, vs düzeninden kopması mümkün olmayan bir düzeni benimsemiş olmasından kaynaklanıyor. Yetmiş binden fazla yabancı sermayeli şirkette milyonlarca insan çalışıyor. Bu sermayelerin sahipleri olan yabancılar Türkiye’deki tüm toplumsal, politik ve ekonomik olaylar ve konularla ilgileniyorlar. Dolayısıyla yaşadıkları ülkelerin yönetimleri de Türkiye’de olan biten her şeyle ilgileniyor.
Söylemeye çalıştığımız şey hepimizi etkileyen ve etkileyecek bu olayın toplumsal, politik, ekonomik, kültürel, ahlaki yönlerinin çok derinlemesine ve kapsamlı bir şekilde tartışılması gerektiğidir. İlk bakışta görünenler ve görünmeyenler üzerine kurulan bu metin her türlü tartışmaya açıktır.
Uzak ve yakın coğrafyalar
Konuya uluslararası toplumla başlamak ilk bakışta ters görünebilir. Oysa demokrasi evrensel bir kavram olup günümüzde demokrasiyle yönetilen ve yönetilmeyen tüm toplumları yakından ilgilendirmektedir. Demokrasinin beşiği olan toplumlar artık yaşlandılar ve kendilerini yenilemekte zorlandıkları için muhafazakar politik görüşler, son otuz yılda yaşanan küresel ve yerel sorunlara koşut bir şekilde giderek ön plana çıktı. Bu toplumlarda yerleşik demokratik kurumlar, sivil toplum örgütleri, teknokratik ve bürokratik yönetim henüz demokratik alışkanlıklarını tamamen yitirmediği için çok büyük toplumsal çalkantılar yaşanmıyor. Ancak güç kaybına uğrayan bu toplumlar dünyaya modellik etme konusunda her geçen gün daha bir zorlanıyorlar.
Özellikle Avrupa Birliği’nde bir sorunsala dönüşen göçmenlerin varlığı son yıllarda bu toplumları dış dünyayı biraz ihmal ederek kendi iç sorunlarıyla ilgilenmeye itti. Bu yüzden yakın ve uzak coğrafyalarda demokrasi konusunda sıkıntı çeken ülkeleri ya da kesimleri destekleme konusunda eskisi kadar hevesli değiller. O konuda da yoruldular. Dolayısıyla diğer ülkelere bir anlamda kendi başınızın çaresine bakın diyorlar. En önemlisi ise temsili demokrasinin artık bu çağın gereksinimlerine yanıt veremez bir duruma gelmiş olması.
Elektronik çağında toplumsal, ekonomik, politik, ahlaki sorunların pek çoğu neredeyse anlık önlemlerle çözülebilir hale geldi. Politikacı belki de en önemli eski işlevini yani toplumla-yasama arasındaki ilişkiyi kuran kişi olma özelliğini yitirecek! Bu toplumlar isteseler de istemeseler de şu ya da bu şekilde katılımcı demokrasi düzenine geçmek zorundalar aksi halde çağdışı kalacaklar.
Peki bizim bulunduğumuz coğrafyada durum nasıl. Biz ve bizim gibi toplumlar daha temsili demokrasinin ne olduğunu doğru dürüst kavrayamamışken kısa bir süre sonra bize şu anda ay kadar uzak görünen katılımcı demokrasiyle karşı karşıya kalabilirler. Türkiye ve benzeri ülkelerde sosyal medyanın bu kadar hızlı bir şekilde gelişip politize olması bunun önemli göstergelerinden biridir. Oysa seçmenlerin büyük bir çoğunluğu günler önce attığı oyların temsili demokrasinin en önemli aracı olduğunu düşünüyor. Hemen hiç kimse oy vermekle demokratik bir düzen kurulabilseydi ya da yürütülebilseydi bütün kararları ortaklaşa alıp uygulayan ilkel toplumların binlerce yıl öncesinde az çok demokratik düzenlere sahip olduklarının söylenebileceğini düşünmüyor. Dolayısıyla demokratik düzenlerde oylama temsili demokrasi anlayışının sıradan bir aracıdır. En önemlisi haline gelmişse orada sıkıntı vardır, zira sistem sağlıklı bir şekilde çalışamıyor demektir. Zaten ciddi bir sözlüğe baktığımızda seçim sözcüğünün demokrasiyle bir ilişkisi olmadığı ortadadır. Çünkü düz anlamda seçim demek: Oyların çoğunluğunu alarak seçilmek demektir.
Dünyada ne kadar çok totaliter düzenin başa seçimle geldiğini araştırırsanız çok şaşırırsınız! Politik anlamdaki seçim sözcüğü ise: Ulusal düzeyde, seçmenlerin yürütme kurulları ve meclislerin tamamını veya bir kısmını yenilemelerine ilişkin kurallar/usuller dizisi demektir. Bu kurallar/usuller kuramsal olarak etik olmak zorundadır. Oysa uygulamada sayısız etik olmayan örnek sunabilmek mümkün. Özellikle de ait olduğumuz coğrafyada.
Bize yakın, komşumuz olan ve olmayan pek çok ülkenin demokrasi konusunda büyük sorunlar yaşadığını biliyoruz. Çoğunlukta olan bu ülkelerin yönetimleri doğal olarak yakınlarında bulunan güçlü bir demokratik ülkeyi tehdit olarak algılıyorlar. Bu durum onları güçlü bir demokrasi potansiyeline sahip görünen bir ülkede yandaş kafa yapısına sahip yöneticiler aramaya, onları maddi ve manevi anlamda desteklemeye itiyor. Ülkemizde demokrasi sevdalıları ya da yandaşlarının üstünde en çok durması gereken konulardan biri de budur.
Mevcut toplumsal yapı
Dünyanın yedinci büyük ekonomisi olduğu söylenen Hindistan’da yarı aç yarı tok yaşayan yüz milyonlarca insan var. Kendini demokratik olarak tanımlayan bu ülke yönetimi eğitim alanında ciddi yatırımlar yapmayı sürdürüyor. Dünyadaki en etkili eğitim sistemleri konusunda yapılan bir sıralamada dördüncü sırada olup, dünyadaki en iyi üç yüz üniversite arasında sekiz Hint üniversitesi var. Ülkemize oranla devasa sorunlara sahip bu ülke yakın bir gelecekte ekonomik ve teknolojik anlamda dünyanın iki ekonomik ve teknolojik devinden biri olan Çini geçmek gibi plan ve programlar yapmayı sürdürüyor.
Eğitsel, ekonomik ve teknolojik gelişme ve kalkınma birlikte ele alınması gereken kavramlardır. Küçük bir azınlığı çok nitelikli insanlardan oluşan bir toplumda demokrasinin yerleşik hale gelmesi çok büyük bir mücadeleyi gerektirir. Zira hiç eğitim görmemiş ya da yarım yamalak eğitilmiş kesim sayıca nitelikli insanlardan üstün olacağı için yapacağı politik seçim herkesi etkileyecektir. Dolayısıyla ülkemizde yurttaşlara olabildiğince nitelikli bir eğitim verilmesi gerekir.
Oysa seri halinde öğretim elemanı üreterek bunları yüzlerce üniversiteye yerleştirip niteliksiz bir eğitim düzeni oluşturarak diploma denilen ve günümüzde artık çok azının işe yaradığı kağıtları dağıtıp gençleri bunalıma sokmak bir başarı değil olsa olsa bir başarısızlıktır. Başta aileler olmak üzere üniversite aşamasına gelen gençlerin anlaması gereken en önemli konu ülkenin uzun bir süreden bu yana birçok alanda üniversite bitirmiş gençlere ihtiyaç duymadığı/duymayacağıdır. Buna karşın meslek yüksek okullarında yetişecek ara elemana büyük ihtiyaç vardır.
Öte yandan mevcut koşullarda (enflasyon, demokratik yasalar ve haklar, vs) hem yerli hem de yabancı sermaye yeni yatırımlar yapmaya pek hevesli olmadığından bu durum en çok mezun gençleri etkilemektedir. Totaliter bir rejim olarak nitelendirilen Çin Halk Cumhuriyeti gibi nerdeyse bir buçuk milyar nüfusa sahip bir ülke yurttaşlarının yaklaşık yüzde doksan beşinin karnını doyurmakta, barınma ihtiyacını karşılamakta ve ekonomik kalkınma ve gelişmeye projeleriyle katkıda bulunmak isteyen gençlere ciddi maddi olanaklar sağlamaktadır. Özet olarak çalışma, girişimde bulunma kapasitesine sahip genç kesimin üniversite sonrasında verimli alanlara yönlendirilerek yeniden eğitilmesi gerekmektedir.
Bir yönetim, ülkesindeki gençlere nitelikli eğitim verebilmek amacıyla tüm sektörlerle işbirliğine gidip, uzun vadeli eğitim ve öğretim programları yapmıyor, yurttaşlarını önemseyip, kendilerini geliştirmelerine hiç ya da yeterince yardımcı olmuyorsa bunu politik çıkarları için yaptığını düşünmekten başka seçenek kalmamaktadır. Yoksul ve cahil bir kesimi yönlendirmenin daha kolay olduğunu düşünmeyen yöneticilerin bu insanların kendilerine ve diğer insanlara saygı duymalarını sağlayacak, ahlaki zafiyet içine düşürmeyecek çözümler üretmeleri gerekir.
Aksi takdirde bir zamanlar vatandaşın devlet memuruna rüşvet (maddi ya da çeşitli kartlar) verip devlete işini yaptırdığını söylemesi gibi günümüzde devletin vatandaşa rüşvet verip işini yaptırdığını söylemek gerekir. Bu insanların sayısı milyonları aştığındaysa ahlaki zafiyet ve bunun yol açtığı psikolojik çöküntü kaçınılmaz hale gelmez mi? Bunlar ne toplumu ne kendi ve çocuklarının geleceğini düşünmeyecek duruma gelmiş ya da gelecek tartışma götürür değerlere sahip insanlara benzemez mi? Sonuç olarak her şeyden önce sorumluluk sahibi ve toplumsal sorunlara duyarlı bir yönetimin yurttaşlarının bu duruma düşmesine izin vermemesi gerekmez mi?
Deprem, yangın, salgın vb durumlarda devletin yurttaşına destek olması kadar normal bir şey yoktur. Ancak bunların hiçbiri yokken devletin iş alanı yaratmak yerine onlara sadakayı andıran ve belli koşullarda yinelenebilen türden sözleşmeler çerçevesinde ödemelerde bulunması vicdanen rahatsız edici bir durumdur. Bu durum bizim gibi insanları rahatsız ediyor. Oysa aşiret zihniyetine uygun, geleneğin ağır bastığı bir pencereden bakarsanız Devletin verdiği/veren el olduğu takdirde bir devlete benzediğini düşünen insanların bu parayı hiç gücenip, sıkılmadan aldıklarını ve özgüvenlerinde herhangi bir sarsılma olmadığını görürsünüz.
Günümüzde bu düşünce yapısının geçmişte kalmış, çağdaş bir yönetim biçimine tamamen ters olduğunu söylemekte zorlanıyoruz. Bu noktada Cumhuriyet sonrası Türkiye toplumunun zaman içinde aynı kökenden türemekle birlikte değişen, dönüşen ve çağdaşlaşan bir dünyaya ayak uydurabilen, kısmen uydurabilen, az uydurabilen, uydurmakta çok zorlansa bile birçok konuda buna mecbur kaldığı görülen zihinsel/kültürel kategorilere ayrıldığını kabul etmek gerekiyor. Bunun nedeni başlangıçta çok geniş bir coğrafyada çok az bir nüfus bulunmasından kaynaklanan maddi ve manevi gelişme hızındaki uyumsuzluğun zaman içinde bir türlü düzeltilememiş olmasıdır.
Bu sağlıksız gelişme yurttaşların büyük bir çoğunluğunun benzer nitelikteki bir eğitim sürecinden geçerek üç aşağı beş yukarı aynı akılcı düşünce sistemi ve normlarına boyun eğmesini engelleyerek geniş bir zihinsel/kültürel yelpaze oluşmasına neden olmuştur ki, bu konuya yeniden döneceğiz. Böylelikle modernleşme, demokratikleşme ya da demokrasi kavramları değişik zihinsel kategorilerde türdeş ya da benzerden çok birbirinden değişik anlamlara sahip olmuştur. Sonuç olarak geleceği, geleceğin koşulları ve olanaklarıyla yaratabilirsiniz yoksa geçmişinkilerle değil. Geçmiş ancak bir esin kaynağı olabilir.
Öte yandan yönetim ve mülteci ilişkilerinin insani değerlere boyun eğmekten çok karşılıklı çıkarlara dayanıyor görünmesi ne politik etik ne de ahlak anlayışına uygundur. Böyle bir düzenin ciddi kalıcı çözümler üretmekten uzak olduğu ve bu gidişata bir son verilmediği takdirde mevcutlara yenilerinin eklenerek çok daha ciddi boyutlu toplumsal sorunlara yol açabileceği söylenebilir. Bu türden toplumsal sorunları çözme konusunda genellikle yeğlenen en kısa yol aslında en uzun yoldur. Bunu bilmeyen insanların politika yapmasının faturası hiç kuşkusuz gelecek kuşaklara çıkacaktır.
Mevcut ekonomi anlayışı
Tarih boyunca toplumların en önemli sorunlarından biri adalet, diğeri gelirin adil bir şekilde bölüşülmesi olmuştur. Dünya tarihi binlerce yıldan bu yana süregelen değişik düzenleri açıklarken her zaman ön planda olan bu iki olgu günümüzde de dünyanın pek çok ülkesinde en önemli iki toplumsal sorun olmayı sürdürmektedir.
Adaletin olmadığı bir yerde sağlıklı bir toplumsal yapılanmadan söz edilemez. Gelirin az çok adil bir şekilde bölüştürülmediği bir ülkenin ulaşması olası hedeflere zamanında ulaşma olasılığı nedir? Örneğin, 1990 yılında GSYH büyüklüğü olarak dünyada on dokuzuncu sırada yer alan Türkiye 2019 yılında da aynı sırada yer alıyor. Buna karşın 1990 yılında kişi başına düşen gelir sıralamasında 49. sıradayken 2019 yılında 74. sıraya düşmüş. Başka bir deyişle yaklaşık otuz yılda kişi başına düşen gelir neredeyse yarı yarıya düşmüş.
Modern dünyada ekonomi anlaşılması en güç konulardan biridir. Akılcılıkla herhalde çok zayıf bir ilişkisi olduğundan günümüz dünyasında başta ABD olmak üzere uluslararası kurum ve kuruluşlara borcu olmayan ülke yok denilecek kadar azdır. Ne ülkeler ne de uzmanlar düzeyinde hemen hiçbir zaman evrensel anlamda geçerli ortak bir dile sahip olamamıştır. Bunun nedeni uluslar, toplumlar arasındaki zihniyet/kültür değişikliğidir. Örneğin ülkemizde son dönemde bir yüksek faiz korkusu ya da saplantısı ekonomi alanını çok ciddi boyutlarda hırpalayıp enflasyonun normalden çok daha fazla artmasına ve sabit gelirli yurttaşın daha da yoksullaşmasına neden olmuştur.
Her ne kadar birçok iktisat tarihi kitabı okusak da bizim ekonomi uzmanı olmak gibi bir sıkıntımız yok. Dolayısıyla yurttaş olarak yalnızca bu konudaki konuşma hakkımızı kullanıyoruz. Mevcut koşullarda ülkeye baktığımızda ne gördüğümüzü söyleyelim. Yüksek faiz yapıcı ve yıkıcı özelliklere sahip olabilir tıpkı düşük faizin yapıcı ve yıkıcı özelliklere sahip olabilmesi gibi. Türkiye’de yüksek faizden kimler ne kadar nemalanıyor bilemiyoruz. Buna karşın yüksek faizin getirisiyle örneğin, henüz sağlam getiri alanları olarak görülmeyen çeşitli alanlara yatırım yapan macera sever insanlar her yerde vardır.
Dolayısıyla faizin önemli bir bölümü çeşitli şekillerde harcanıyor/lüks tüketime gidiyor ya da yatırıma dönüştürülüyor. Dolayısıyla faiz piyasaya bir şekilde görece geri dönüyor ve çarkların dönmesine hizmet ediyor. Oysa düşük politik faiz uygulanması durumunda neler oluyor? Sabit ücretli yurttaşın alım gücü giderek düşerken emlaktan, ikinci el oto, altın, döviz ve benzeri tüm yatırım alanlarında fiyatlar katlanarak yükseliyor. Parası çok olup faizden nemalanamayan kesim faizden alamadığını başka yöntemlerle başka alanlardan almaya çalışıyor. Bu emlak (özellikle son depremler ve uğranan maddi kayıp bu kesimin işine yaradı) ve otomobil, ikinci el oto, vs alanlarındaki suni, orantısız fiyat artışları otomatik denilebilecek bir şekilde tüm piyasaları etkiledi ve faiz konusunda önleri kesilen para sahibi insanlar daha bir zenginleşirken sabit gelirli kesim giderek yoksullaştı.
Faizin makul bir düzeye (?) gelmesinin önü açılmadığı sürece bu girdabın giderek büyüyeceğine kuşku yok. Daha önce faiz enflasyon rakamlarıyla orantılı bir şekilde artar ve enflasyon rakamı az çok faizi dengeleyici bir unsur görevi yapardı. Zira tüm piyasalar genelinde bu rakamla uyumlu artışlar sergilerdi. Dolayısıyla faiz oranı belliyken neyle karşı karşıya olduğunu bilen yurttaşların büyük bir kısmının gündelik yaşamı olması gerekenden fazla etkilenmezdi. İnsanlar o az çok belirgin koşullarda faiz oranı görece makul fiyatlara kendi çapında ev, araba satın alabilir ve başka alanlara yatırım yapma olanağına sahip olabilirdi. Oysa düşük faiz politikasında gerçek enflasyon rakamı açıklanmadığından ya da belirlenemediğinden piyasalardaki dengesizlik ya da anlık değişimler tüm piyasaları dolayısıyla da yurttaşın çarşı, pazar, tüm ihtiyaç kalemlerini olumsuz etkiliyor.
Belirsizlik ve dengesizlik bu politika sürdürüldükçe muhtemelen devam edecek ve ülkedeki herkesin yaşamı çok daha olumsuz bir şekilde etkilenecektir. Görüldüğü gibi yüksek faiz daha dengeli fiyat artışlarına yol açarken düşük faiz (koşulların da önemli katkısıyla) daha dengesiz ve yüksek bir enflasyona yol açmıştır. Dolayısıyla dünya ekonomisine entegre olmuş bir Türkiye’de faizi düşürmek görünüşe göre çok ters ve olumsuz sonuçlara yol açtı. Türkiye’yi dünya ekonomisinden kopartıp kendi içine kapatmak mümkün olmadığına göre bu akıntıya karşı kürek çekme işine acilen bir son verilmesi gerekiyor. Yüksek faizde kayba uğrayanların oranı belli ancak düşük faizde ülkenin neredeyse tamamı kaybediyor.
Zaten adil ve paylaşımcı bir düzene benzemeyen bir sistemde çok büyük çoğunluğu borç içinde yüzen ülke insanlarını böyle bir ortama hapsetmek akılcılıkla bağdaştırılabilecek türden bir yaklaşım değildir. Birçok günümüz kuzey Avrupa ülkesi gibi günün birinde faizin sıfırlandığı ya da sıfıra çok yakın olduğu bir ülkeye dönüşünceye kadar onunla yaşamayı bilmek ve bunu olabildiğince yurttaşın içinde bulunduğu yaşam koşullarına uygun hale getirmek gerekiyor.
Özetle yurttaşların büyük çoğunluğunu asgari ücret ya da ona yakın bir ücrete mahkum etmek daha çok özel sermayeye hizmet etmek anlamına geliyor.
Bu düşük ücretli yurttaşları uzun vadeli borçlandırarak mevcut sistemi kalıcı kılmanın adalet ve insanlık anlayışıyla pek örtüşmediği ortada.
Nitelikli insan yetiştirme konusunda gösterilen zafiyet gençleri asgari ücretli bir geleceğe mahkum etmek demektir. Oysa bir ülkeyi yoksulluk ve sefaletten her zaman önderlik yapmış nitelikli insanlar kurtarmıştır.
İnsanları niteliksiz bir eğitim düzeni ve bunun sonucunda geçinmeye yetmeyen bir ücrete mahkum etmek onları çaresiz bırakarak mevcut düzene hizmet etmelerini sağlamaya yönelik bilinçli bir politikadır. Bunun bir an önce değişmesi gerekir. Zira değişen dünyaya ayak uydurmazsak nitelikli insana ihtiyaç duyacak tüm potansiyel yatırımcıları geri çevirmek durumunda kalırız. Dünyanın en pratik zekalı toplumlarından biriyiz, insanımızı yalnızca asgari ücrete ve benzerlerine mahkum etmek onu küçümsemekten başka bir şey değildir.
Tarım, tekstil turizm ağırlıklı bir ülke olması gereken Türkiye aynı zamanda dünyaya yönelik işlenmiş ürünlerin montaj ve teslimatının yapıldığı evrensel özellikler taşıyan bir lojistik merkezi olabilir. Bunun için yetişmiş nitelikli insan, daha demokratik yasal düzenlemeler ve yabancı sermayeye sözcüğün gerçek anlamında güven verecek bir ülke manzarası oluşturmak gerekiyor.
Mevcut politika anlayışı
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı verileri ülkedeki yoksulluğu gözler önüne serdi. Yaklaşık 6 milyon hane gıdadan yakacağa, sağlıktan barınmaya kadar birçok kalemde sosyal yardım alıyor.
2021 yılında 27 milyon 189 bin 433 kişi yardım aldı. Geçen yıl 5 milyon 903 bin 515 hane sosyal yardımlardan faydalanırken bu hanelerden 2 milyon 476 bin 457’si düzenli yardım, 5 milyon 276 bin 998’i süreli yardım aldı, 1 milyon 849 bin 940 hane ise hem düzenli hem de süreli yardımlardan faydalandı. (Cumhuriyet, 7 Haziran 2023)
Dünyanın pek çok ülkesi gibi Türkiye’de ne yazık ki tüm vatandaşlarını aşağı yukarı aynı niteliklere sahip bir eğitim sürecinden geçirmeyi başaramadı. Buna eklenecek coğrafi, fiziki, diğer maddi ve manevi koşullar sonucunda ülke zihniyet/kültür açısından kendiliğinden denilebilecek bir şekilde kategorilere ayrıldı. Bu zihinsel/kültürel yapı günümüzde 15. - 21. yüzyıllar arasında gidip gelen iç içe geçmiş dört, beş kategoriden oluşuyor. Örneğin, büyük bir kentte 21. Yüzyıl’da yaşayan insanlar aynı mekanı çoğu kez 16., 17. ya da 19. Yüzyıl’ın kafa yapısına sahip insanlarıyla paylaşıyor ya da bunun tam tersi oluyor. Dolayısıyla zıtlaşma, çelişki ve tartışmaların ardı arkası kesilmek bilmiyor.
Kentler ve kırsal kesim arasındaki zihniyet/kültür ayrışması her şeye rağmen nitelikli bir eğitim aracılığıyla törpülenerek büyük ölçüde aynı akılcı değerlere boyun eğen az çok türdeş bir toplum oluşturulabilir. Örneğin, 19. Yüzyıl sonunda hala Avrupa’daki Antikçağ zihniyetine koşut bir zihinsel/kültürel yapıya sahip olan Japonya geleneksel değerlerinden tamamen kopmadan yaklaşık yüz yıllık bir çaba, azim ve mücadele sonucunda Batılı bilim ve teknolojinin yanı sıra zihinsel/kültürel (ya da demokratik, ekonomik, yasal ve kültürel) açıdan kendini değiştirerek modern insani değerlere sahip bir toplum olmayı başarmıştır.
Burada devreye demokrasi kavramı giriyor. Az önce demokrasi kavramıyla seçim arasında doğrudan bir ilişki bulunmadığından söz etmiştik. Bu doğrudur çünkü demokrasi bir yönetim biçiminden önce bir kültürdür. Bu kültüre sahip olan ya da sahip olmak için büyük çaba harcayan toplumlar demokratik bir düzene sahip olur ve demokratik kurallar ve yöntemlerle yönetilirken demokratik bir kültüre sahip olmakta zorlanan (bunlar daha çok geleneksel, hiyerarşik bir kültüre boyun eğen toplumlardır) diğerlerinde demokrasi biçimsel bir görünüme sahip olmanın ötesine geçmekte zorlanır. Bu toplumlar dengeli bir demokratik yapı oluşturamadığı sürece ani iniş çıkışlar yaşamaya mahkumdur.
Yalnızca demokrat olmak bir toplumu değiştirme, dönüştürme konusunda yeterli midir? Bunun için önce politika nedir sorusunu sormak gerekir. Politika en yalın haliyle örgütlenmiş bir toplum demektir. Daha çok devletle ilgili işler konusunda kullanılan bu terim çok kapsamlı bir içeriğe sahiptir. Devlet işlerini yürütme, yönetim bilimi ve uygulaması olarak da tanımlanır. Politikanın bizi ilgilendiren yanı ise çok nadiren de olsa özellikle devrimler ya da devrim niteliğindeki toplumsal hareketler sonrasında insanların yaşamını değiştirme sanatına benzeme niteliğidir.
Bu dönemlerde istisnai politikacıların öncülük ve desteğinde toplumlar bir çağdan başka bir çağa geçebilirler. Politikanın bize göre en önemli özelliği budur. Yurttaşların geleceğe güvenle bakmaları, kendilerine güvenmeleri, kendileri ve tüm diğer yurttaşları sayıp, onlara inanmaları, herkesin insanca bir yaşam sürdüreceğinden emin olduğu toplumu ve ülkesiyle gurur duymasıdır. Demokrasilerde politikanın birincil görevi yurttaşlarının mutluluğu, sağlığı, eğitimi, özgürlüğü, barınması ve karnının düzgün bir şekilde doymasıdır. İnsani bir düzen budur ya da böyle olmalıdır.
Yurttaşının yoksulluk ve cehaletinden yararlanıp bunu bir koz olarak kullanmak politika olarak adlandırılabilir mi? Adlandırılabilirse bu politika hangi insani değerler üstüne oturtulmaktadır?
Sonuç olarak hep birlikte yaşadığımız son toplumsal deneyimi bir seçime mi yoksa oynanan bir seçim oyununa mı benzetmek daha doğrudur? Zira mevcut yönetim; bu oyunda modern dünyaya özgü bir yönetim biçimini henüz tamamen ortadan kaybolmamış geleneksel zihniyet/kültürün her geçen gün yıpranan güncel kalıntılarıyla bir araya getirirken, bunu büyük ölçüde modern yönetim biçimine özgü vergi alışkanlığına sahip yurttaşların ödedikleri vergiler sayesinde yapmıştır. Toplumun zihinsel çelişkiden yoksun geleneksel kafa yapısına sahip kayda değer bir kesiminin kendi çıkarlarını kolladığı bu durumun gösterdiği bir şey varsa o da bu kesimin aslında tüm toplumun geleceğinin önünü hiç farkında olmadan nasıl kestiğidir!
Bunun nedeni doğal olarak cehalettir. Politik bir partiyle Devleti birbirine karıştıran milyonlarca yurttaş (sağlığın yanı sıra) çok düşük de olsa evine giren maddi yardımdan mahrum kalmamak amacıyla tüm toplumun geleceğini olumsuz etkileyebilecek bir karar almıştır. Odun, kömür, yağ, makarna, vs dağıtımıyla başlayan bu yardımlar zaman içinde düşük ya da koşula bağlı olsa da az çok düzenli ikinci bir maddi kaynakla desteklenmeye başlanmıştır. Mevcut yönetim 2023 yılında önceki seçimlere oranla sahip olduğu oy potansiyelinde ciddi kayıplar olduğunu, yani, ilk başlarda partiyle aynı ideolojik/ahlaki değerleri paylaşan önemli bir seçmen kitlesini yitirdiğini tespit etmiş ve kendine yeni ortaklar bulmak zorunda kalmıştır.
Aslında bu göstermelik bir ortaklıktır. Diğer kitleyi gizlemeyi hedeflemektedir. Zira asıl bu hiç sözü edilmeyen (yoksulluğu reddettiği için bunu gizlemek durumunda kalan ya da yoksulluğu şiddetle reddederken çaresizliği kolaylıkla benimseyebilen) kitle bize göre son seçim sonuçlarını belirlemiştir yoksa (her ne kadar önemli olarak nitelendirsek de) yurt dışı ve mülteci oyları değil. Çevrenizde sağlık, gıda, para, vs yardımı alan kaç kişi tanıyorsunuz? Kaç kişi bunu göğsünü gere gere dile getiriyor? Oy konusunda büyük kent ve kırsal kesim ayrışmasının temel nedeni çaresizliğini bahane ederek bu yardımları kabul eden geleneksel zihniyet değilse nedir? Özetle milyonlardan oluşan bu kitle mevcut yönetimle aynı ideolojik/ahlaki değerleri paylaşamasa bile rüzgarın estiği yöne dikkat eder ya da etmesi gerektiğini bilir. Zaten birkaç hafta önceki seçimlerde geleneksel kafa yapısına sahip bu kitlenin bir anlamda (aslında olmaması gereken) minnet borcunu ödediği söylenemez mi?
Mahfi Eğilmez’in 18 Mayıs 2023 tarihli (Kendime Yazılar) “Seçimlere bir de bu açıdan bakalım” yazısı ve yazıya verilen okuyucu tepkileri oldukça aydınlatıcı olup burada yapılan açıklamaları doğrular niteliktedir.
Bu son toplumsal deneyim, ülkenin geleceğini içtenlikle düşünen insanlara, gerçekten de üstünde düşünmeye değer çok sayıda konu olduğunu gösteriyor.