Modern demokrasiler ve dini inançlar 6
Yazar: Oğuz Adanır
Modern demokrasinin doğduğu ülkelere bakıldığında dini inançların bu düzenlerin varlığını tehdit etmekten uzak bir konumda bulunduğu görülmektedir. Belli bir aydınlanma sürecinden geçmiş toplumların dini inancın öteki dünyaya yönelik psikolojik içerikli bir olgu olduğunu kabul ettikleri ve içinde yaşadıkları toplumsal düzenin tartışmasız bir şekilde hukuk ve ahlak kurallarına boyun eğmesi gerektiğini kavradıkları görülmektedir. Çünkü gündelik yaşamın ürettiği bin bir tane maddi ya da manevi, duygusal sorunun dini inançla bir ilişkisi olamayacağını zira özellikle tek tanrılı dinler olarak adlandırılan bir inanç sistemine mensup bir kişinin akılcı bir yaklaşımla din olgusunun her gün yinelenmesi gereken ritüel niteliğinde sözcük ve hareketlerle belli ve değişmeyen bir içeriğe sahip kutsal bir metnin özümsenmesiyle sınırlı olduğunu görmemesi mümkün değildir.
Kutsal metinlerin hiçbiri binlerce yıllık bir süreçte olup bitecekleri öngöremedikleri için bu konuda hemen her çağ, dönem hatta kuşak (örneğin, İslamiyette mevcut hadis, sünnet, kıyas vs gibi çok sayıda açıklama ve örnek bulunmasına karşın) kendi ruhani liderlerini yetiştirip onların getirdikleri yeni yorumları benimseyerek dini inançların güncellenmesini sağlamıştır. Bu da bizi dinin en azından içerik düzeyinde çağını görece az çok izleyebildiğini ya da izleyebileceğini göstermektedir ki, inançlar ve dinler tarihi de zaten bize başka bir şeyden söz etmemektedir. Başka bir deyişle dini inançlar tarihsel süreç içinde belli değişikliklere uğramışlardır.
Dolayısıyla günümüzün modern insanı tanrısıyla arasına kimseyi sokmadan ibadet edebilir. Öte yandan modern bir birey, canlı bir varlık olarak toplum adlı bütünden bağımsız bir şekilde yaşayamayacağını bildiği ve toplumun inançlı inançsız bin bir çeşit insandan oluştuğu düşüncesini peşinen kabul ettiğinde maddi dünyaya yönelik dini inançlardan bağımsız bir hak, hukuk, adalet ve toplumsal ahlak anlayışı olması gerektiğini de kavramış demektir.
Örneğin, ülkemizde zaman zaman kimi insanlar; Ben Allahtan başka bir şeyden korkmam! dediğinde fazla zorlanmadan bu sözlerin mevcut demokratik yasal düzene karşı gelmekten, yani yasaları çiğnemekten korkmam anlamına gelebileceği, dolayısıyla bu kişinin sahip olduğu ahlaki değerlerden kuşku duymak gerektiği gibi bir sonuca varılabilir. Akılcı düşünce sahibi bir insan yine bu sözlerden yola çıkarak Tanrıyla ona inandığını söyleyen kişi arasına kimsenin girmesinin mümkün olmayacağını, dolayısıyla da bu kişinin doğru söyleyip söylemediğinin olağan koşullarda asla sınanamayacağını bildiğinden bu kişiye kuşkuyla yaklaşır. Çünkü daha önceki yazılarda da dile getirdiğimiz gibi, tek tanrılı dinler yeryüzünde kendilerinden önce var olan hemen hiçbir suç türüne bir son veremedikleri gibi yenilerinin oluşmasına bilerek ya da bilmeyerek katkıda bulunmuşlar ve insanların ahlaki yapılarında bir daha değişmeyecek bir şekilde olumlu bir ahlak anlayışının oluşmasını sağlayamamışlardır. En ağır cezaları uygulamalarına karşın tek tanrılı dinlerin hiçbiri o topluluğa ait tüm insanların ahlak anlayışını radikal bir şekilde değiştirememiştir. Öyleyse dini inançlarla ahlak kavramı arasında toplumun bütünü düzeyinde doğrudan bir ilişki olmadığı söylenebilir. Toplum, politika, kültür ve ahlak tarihleri bu olguyu somut bir şekilde ortaya koymaktadır.
Modern demokrasilerin ortaya çıkış ve gelişme aşamalarında muhafazakarlık yalnız maddi, biçimsel değil aynı zamanda manevi, içerik düzeyindeki gelişmelere ayak uydurmak ve mevcut yeni koşullar çerçevesinde yeni ideolojik söylevler üretmek durumunda kalmıştır. Örneğin, akılcı (laik) bir ahlak anlayışına sahip modern demokrasiler eski çağlara oranla görece en az suç işlenen ve eskiden olduğu gibi görece akıl dışı cezalandırma yöntemleri uygulanmayan toplumsal ve hukuki düzenlere sahiptirler. Çünkü bu toplumlar insanları peşinen birer günahkar değil birer insan olarak gördüklerinden insanların yanlışlıklar yapabileceklerini öngörmüşler ve pek çok ülkede bu anlayış gösterme durumu ölüm cezalarının engellenmesine kadar gitmiştir.
Buna karşın ahlak anlayışını ve kurallarını dini otoritelerin belirlediği topluluk ya da yarı ilkel topluluklarda en küçük suçlar bile çok ağır bir şekilde cezalandırılabilmekteydi. Örneğin, günümüz Orta Doğu, Orta Asya ülkelerinin bir kısmında halen psikolojik ve belli olanaklardan yoksun bırakma gibi modern toplumlara özgü cezalandırma uygulamalarından çok insanları belli organlarından yoksun bırakma cezalarının uygulandığı görülmektedir. Dini inançların gündelik yaşama müdahale etmeye çalıştığı bu topluluklarda uygulanan güncel cezalandırma yöntemlerinin değişik suçlar işlenmesinin önünü almaktan uzak olup, kendi içinde reform ya da devrim yapma zorunluluğuyla karşı karşıya olduğu görülmektedir.
Özetle modern toplumların dini inançlarla barış içinde birlikte yaşamayı başardıkları ve dini inançların hiç daha önce olmadığı kadar içten müminlere sahip oldukları görülmektedir. Zira baskı yapılarak inandırılmaya çalışılan bir insanla kendi özgür iradesiyle inanan bir insan arasındaki içtenlik duygusu farkı karşılaştırılamayacak kadar büyük olabilir. Başkalarından çekindiği için inanan ve ibadet eden insanın gündelik yaşamdaki tavırlarını izlemek onun inanç konusundaki içtenliği hakkında bir fikir sahibi olmamız için yeterlidir. Oysa kendi arzu ve iradesiyle inanan, üzerinde herhangi bir topluluk ya da cemaat baskısı hissetmeyen bir insanın sahip olduğu ve sergilediği insani değerlere baktığınızda onun inanç düzeyindeki içtenliğini aynı kolaylıkla anlayabilirsiniz. Görünenin çoğunlukla gerçeğin kendisi olmadığını bildiğimiz bir dünyada gerçeğe çoğunlukla dolaylı bir şekilde ulaşacağımızı da bilmemiz gerekir. Borges, Görülmek var olmaktır diyor, ancak görünen gerçeğin kendisidir diyemiyor.