İnsani değerler, vatan sevgisi ve politika - 3
Yazar: Oğuz Adanır
İnsanın bir bakıma önyargılarından ibaret bir canlı olduğu, önyargılarıyla yaşadığı, gündelik yaşamda klişeleşmiş sözcüklerin ötesine geçmediği, herkesle aynı sözcükler ve bu sözcüklerin çağrıştırdıkları düşünceleri paylaşarak kendini güvende hissettiği dolayısıyla da değişiklikten pek hoşlanmadığı söylenebilir. Zira diğerleriyle birlikte oluşturduğu zihinsel kale duvarları dışındaki dünyayı genellikle belirsiz bir evren olarak nitelendirir ve kendisini yeni çözümler üretme konusunda derinlemesine düşünmeye, o güne kadar bildiklerini unutmaya zorlayan bu bilmediği denizlere açılmaktan kaçınır. Bu yüzden sorunlarla karşılaştığında genellikle onları en kolay ve kısa yoldan çözmeyi sever, uzun ve meşakkatli kalıcı özgün çözümlerden olabildiğince kaçar. Oysa en kısa ve kolay görünenin aslında en uzun ve zor yol olduğu söylenir.
Arthur Koestler?e göre (Le Cri d'Archimède, s.172, 1965):
Özgünlüğün ilk koşulu, insanın bildiklerini doğru zamanda unutmayı başarmasıdır ...eğer bildiklerini unutmayı başaramazsa, zihni hazır yanıtlar tarafından istila edilmeyi sürdürecek ve asla doğru sorular sorma fırsatı bulamayacaktır.
Ünlü yazar haklıysa ki, biz bu konuda haklılığından en ufak bir kuşku duymuyor, iktidar ve muhalefet konusunda yeni bir şeyler söyleyebilmek için az da olsa kafa yormak gerektiğini düşünüyoruz. Biraz geriye giderek toplumsal açıdan Osmanlıdan günümüze kalan (özellikle son iki yüz yıldan Cumhuriyete) en zararlı düşünce ve davranış biçimlerinden birinin kişisel çıkarcılık olduğunu söyleyebiliriz. 17. Yüzyıl başlarına kadar bir bakıma kullarına köle olan, Tanrının emaneti sürü için yaşayan padişahların tarihsel ve toplumsal koşulların zorlamasıyla fikir değiştirmeleri sonucunda halka padişahına kul, köle olma sırasının kendisine geldiği hatırlatılmış ve toplum tepedekilerin sunduğu bu kötü örneği benimseyerek yaşamın tüm alanlarında bireyci, bencil davranarak kişisel çıkarlarının peşinde koşmaya başlamıştır.
Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kuşak çok önemli düşünce adamlarımızdan biri olan ancak sağa ya da sola vs değil bilime hizmet ettiği için her kesimin aydınları tarafından neredeyse tamamıyla dışlanmış (önyargı mı?) Sabri Ülgener Osmanlı?daki Müslüman kesime yönelik altı yüz yılı kapsayan bir zihniyet/kültür araştırmasının sonunda ne yazık ki aşağı yukarı şöyle bir sonuca ulaşmaktadır: En yakınındaki başarılı kişinin ayağını kaydır ve yerine geç (tabii bir başkası gelip senin ayağını kaydırıncaya kadar!)
Ünlü Fransız düşünce adamı Gustave Le Bon bireyler gibi toplumların da birer karaktere sahip olduklarını söylemektedir. Yeryüzündeki hemen tüm toplumların ahlak konusunda çoğunlukla gevşek bir yaklaşım sergiledikleri ya da işlerine geldiği zaman ahlaklı davrandıkları gelmediği zamansa yan çizdikleri söylenebilir. Ülgener haklıysa ki, biz yine bu konuda onunla aynı düşünceleri paylaşıyoruz, özellikle son üç yüzyıldaki Osmanlı toplumunun genel anlamda bir toplumsal karaktersizlik örneği oluşturduğunu söyleyebiliriz (günümüzde bu zihniyet/kültürün uzantılarını görebiliyor musunuz?) Bir başka inanılmaz gaddarlık ya da insani değerlerden yoksunluk örneği de atasözüne dönüşmüş bir deyim olan şu: ?Düşene bir tekme de sen vur!? sözüdür. Bu örnekleri (?düşenin dostu olmaz? vs) çoğaltabiliriz...
Bütün bunların iktidar, muhalefet ve politikacılarla ne ilişkisi var? Çok ilişkisi var. Öncelikle politikacılar da bu toplumun içine doğan ve bu toplumun içinde yetişen, bu toplumun tüm önyargılarına ve insani normlarına sahip insanlardır. Eğer politika aynı zamanda bir yaşamı değiştirme dönüştürme sanatıysa yurttaşlarının düşünce yapısına sahip, onların gördüklerinden daha uzağı göremeyen daha farklı duygulara sahip olmayan politikacıların yeni bir şeyler söyleme ve yapma olasılıkları da oldukça düşüktür.
Toplumların bir başka özelliği de geçmişten çok nadiren ders almalarıdır. 1960-1970?lerde ülkemiz politika alanında altmış kadar sağ ve altmış kadar da sol olmak üzere yaklaşık yüz on, yüz yirmi dolayında fraksiyona bölünmüştü. Bu sağ ve sol fraksiyonlar daha çok dinci radikal eski tarikatlara benziyorlardı. Birbirlerinden ideolojik açıdan hemen hiçbir kayda değer farkları olmamasına karşın bir yandan karşıt ideoloji sahipleri, bir yandan da düşman-kardeş fraksiyonlarla çatışıyorlardı. Günümüzdeyse bunların yaklaşık 30 siyasi partiye bölündüklerini görüyoruz.
Peki mevcut anti-demokratik yasal düzenlemeyle bu 30 kadar siyasi partinin en fazla dört ya da beş tanesinin seçim barajını aşabileceğini bile bile hem parti yöneticileri hem de seçmen neden hala geriye kalan yirmiden fazla partiye bölünerek ve az miktarda da olsa oy atarak aslında iktidara gelmesini istemedikleri bir partiye hizmet ediyorlar?
Böylesine bir bölünme ilkel ya da geleneksel toplumlara özgü kolektif bir zihniyetten kaynaklanıyor. Bu zihniyet ise özellikle rekabet ya da meydan okuma duygusu üzerine oturuyor. Akılcı düşünceden tamamıyla yoksunluk anlamına gelen, duygusal olarak nitelendirilebilecek bu yaklaşım nedeniyle ülkede ayakları üzerinde zar zor durabilen, hassas, yani standartları çok düşük demokrasiye yalnızca hırs ve geri adım atmış olmama adına hiç rahatsız olmadan beş, on, on beş yıl kaybettirebiliyorlar. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi birbirlerini eleştirip, suçlamayı sürdürüyorlar. Hiçbiri çağ dışı bir politik yaklaşım sergilediğini kabul etmediği gibi sorunlarının toplumu anlamak olmadığı da anlaşılıyor. Zira onların sorunu hayati öneme sahip toplumsal sorunlara sahip çıkmak ve çözüm üretmek değil, birbirlerine meydan okuyup, birbirlerinden üç, beş oy daha fazla alıp birbirlerini küçümseyebilmektir. Aksi doğru olsaydı toplum için doğru olanın ne olduğunu tartışır ve kendi sözde doğrularından vazgeçerlerdi, zira toplum için doğru olanın herkes için doğru olduğunu anlarlardı.
Örneğin, içinden geçtiğimiz günlerde bu siyasi partilerin hiçbiri faşizmi evimizin kapısına kadar getirecek yasal düzenlemeler karşısında ortak bir tavır alarak, uzlaşmaya yanaşmıyor. Öyleyse böyle bir düzenleme meclisten geçtiğinde bunun sorumlusu yönetimdeki hükümetten çok (ya da en az onun kadar) tüm bu irili ufaklı siyasi partilerdir. Toplumsal huzur, güven ve bunlara bağlı insani değerleri yozlaştıracak böyle bir yasanın geçmesini seyretmekten başka bir şey yapmamış olacaklar. Oysa yirmi kadar siyasi partinin bir araya gelerek yapacağı bir deklarasyona hem ulusal hem de uluslar arası düzeyde muazzam bir destek gelebilirdi. Bu umut hala var. Meydanlara milyonları doldurabilir ve ülkede yeniden demokrasi rüzgarlarının esmesini sağlamanın onuru ve iç huzuruyla yaşarlar. Tabii bu duygulara sahipseler?
Öncelikle bir araya gelmeyi başaran ve toplumsal sorunlara karşı ortak bir duyarlık sergileyen (en azından aynı ya da birbirine yakın görünen bir ideolojiyi paylaşma konumundaki) partiler sandığa oy atmaktan bıkıp, vazgeçmiş ya da küsmüş insanlar da dahil herkesin dikkatini çekeceklerdir. Böyle bir yaklaşım bu partilerin ülke insanına değer verdiğini, önemsediğini ve bu olağanüstü dönemde başka hiçbir şeyin vatandaş ve sorunlarından daha önemli olamayacağını gösterecektir. Bu bir akılcı yaklaşım örneğidir. Ülke ve yurttaşların büyük bir çoğunluğunun çıkarları adına bir araya gelmek bir zorunluluğa benziyorsa başka hiçbir ilke ya da kural daha önemli olamaz.
Aksi takdirde neler olmaktadır? Bu siyasi partilerin hemen tamamı her zamanki gibi toplum ve ülke sorunlarına büyük ölçüde yanlış bir şekilde yaklaştıkları için oy alamayıp, hezimete uğradıklarını kabul etmek yerine kısmen toplumu (bize oy vermeyenler beter olsun vs), kısmen tarihsel konjonktürü, kısmen kendileriyle bir araya gelmeyen diğer partileri vs suçlayıp, kaldıkları yerden yola devam edeceklerdir. Kimilerininse anlaşılmaz bir mantık ve şaşılıkla kendilerini seçimden muzaffer çıkmış partiler olarak göstermeye çalıştıklarına daha önce tanık olduk. Oysa göremedikleri, anlayamadıkları şey bunun bir yol olmadığı ve bir dolap beygiri gibi oldukları yerde döndükleridir. Zira toplumları çaresizliğe mahkum etmek aynı zamanda onları başkaları tarafından önerilen olabilecek en akıl dışı çözümleri onaylamaya zorlamak türünden bir şeydir. Bu konuda on beş yıl öncesinin Türkiye?sine bakarak bir ders çıkarmakta yarar var.
Bir başka olasılık da daha önce söylediğimiz gibi bu muhalefet partilerinin sanki iktidara gelmek gibi bir sorunlarının bulunmamasıdır. Görünüşe göre bu siyasi partilerin yöneticileri için asıl önemli olan bir muhalefet partisi olmak ve sözcüğün gerçek anlamında muhalefet yapıp iktidara oynayan at olmak değildir. Bu yöneticiler için kendi partisinin başkanı, meclis üyesi, il ya da ilçe başkanı olmak vs yeterlidir. Bu insanlar sanki üyesi oldukları partide iktidar olmayı, ülkenin sorunlarını çözmeye, yani iktidara talip bir partinin temsilcileri olmaya yeğlemektedirler. Öyleyse daha baştan kaybetmeye mahkumdurlar. Zira olağanüstü tarihsel koşullarda olağanüstü davranış biçimleri sergilenmesi gerekir. Ana muhalefet partisi olmak ise ülkeyi yöneten partiye laf yetiştirmekten ibaret bir şey değildir. Böyle bir yaklaşım meydana her çıkışta yenilen, ancak kendini geliştirmeyen pehlivana benzeyen bir yaklaşım sergilemek gibidir. Toplumlar açısından sözler değil olsa olsa eylem ya da davranışlar somut bir anlama sahip olabilir. Artık toplum yararına ya da çıkarına somut, yapıcı adımlar atmak, yani eyleme geçmek gerekiyor...