Doğa ile iletişime geçmeyi öğrendik mi? 2025-08-01 22:00:00
Yazar: Raşel Rakella Asal
Emekli olan arkadaşlarımdan bazıları pandemi dönemini sayfiye evlerinde geçirmeye karar almışlardı. Geçenlerde onlardan birine rastladığımda doğanın sürekli varlığı, sesleri, kokuları, onları ne kadar derinden etkilediğini anlattı. Bu yüzden kent yaşamına dönmek yerine eşi ile sayfiye evlerine yerleşme kararı aldıklarını söyledi. Pandemi boyunca doğanın içinde yaşamışlar, onun güzelliğine açılmışlar, doğa ile aralarında derin bir bağ oluşmuştu.
Hayatta böyle baş döndürücü anlar vardır, insan birdenbire eksikliklerini görür, o ana kadar bazı kararları alamayacak korkakken, o anda kendi gücünü, imkanlarını sezer. Bunlar hayatın değiştiği anlardır. Böyle anlar habersiz gelir, tıpkı pandemi gibi.
Arkadaşım anlatmaya devam etti:
“Ne mi hissediyorum? Kaderimden sorumlu olduğumu. Her şeyin bana bağlı olduğunu. İnsan armudun pişip ağzına düşmesini beklemez; kendi hayatını da.”
Söylediklerine hak vermemek olanaksız. Bir gün gelir, insan yalnız kalma ihtiyacıyla dolup taşar. Tek isteği, gereksiz sahte olanı hayatından atmaktır. Doğanın ruhumuzu besleyici ve sakinleştirici gücünün doğanın basitliğinden geldiğini düşünürüm. Çünkü doğa doğal, katışıksız, saf olandır.
Arkadaşımla karşılaşmam bana Çinli keşişleri çağrıştırdı. Sözünü ettiğim keşişler 60 larına yaklaşırken ailelerini terk ederler. Yanlarına sadece küçük bir bohça alırlar. Gülümseyerek ve tek kelime söylemeden bir sabah erken saatte yola çıkarlar yeni bir şeye doğru değil dağlara, yalnızlığa ve ölüme doğru. Bu o kişinin son yolculuğudur. Buna hakkı vardır ve bagajın tek elle taşınacak kadar hafif olması gerekir. İçinde kibir, hırs gibi lüzumsuz bir şey olmamalıdır. Bu arzu hayatın belli bir safhasında çok güçlenir, bir anda yalnızlığın çağrısını duyarsın ve bu tanıdık bir sestir sanki deniz kenarında doğmuş ve daha sonra gürültülü şehirlerde yaşamışsındır da bir gece rüyanda kulağına denizin sesi gelmiştir yalnız yaşamak hiçbir hedef gözetmeksizin çekip gitmek ruhu temizleyip ölümü beklemek istersin.
Doğanın bize sunduğu güzelliğe açık olmak ve onu takdir etmek hepimiz için geçerli. Doğayla bir şekilde etkileşim kurmayı, onu görmeyi, hissetmeyi ve güzelliğinden etkilenmeyi öğrenmemiz gerektiğine inanıyorum. Bir tepenin eğimini, sabah ışığının ağaçların arasından süzülüşünü, gün batımının renklerini veya nehir yatağındaki desenleri gerçekten fark ettiğimizde, doğa ile daha derin bir bağ kurmuş olur, doğada her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu görürsünüz.
Emekliliğinizde kent dışında altın rengi bir sonbaharı yaşamak mı, kentin baş döndürücü temposunu yaşamak mı istersiniz? Kent yaşamının makineleşen katı iş düzeni ve ondan daha da katı cemiyet düzeni içinde sıkışıp kalmış bireyi düşününce bu soruyu sormak bile saçma. Peki bu yanıtın altında yatan nedir? Hangi beklentilerimiz? Sessizlik mi? Belki de kent yaşamının telaşlı temposunda o güne kadar kaçırdığımız sakinliği, huzuru hızlı telafi etme, arayı kapatma, ruhumuzu arındırma arzumuz değil midir?
Bir ağaca baktıkça yüzlerce ana dalın, on binlerce incecik dalın dağılımının arkasında tuhaf ve görkemli bir matematik olduğunu görürsünüz. Ya da bir çiçeğin küçük bir zerrecik tomurcuktan nasıl serpildiğini görmek ya da toprağın altında binlerce karınca kolonisini gereksindikleri şeyi almada insanlar kadar kurnaz ve programlı olmaları sizleri şaşırtmaz mı?
Doğanın güzelliğini takdir etmek onun pitoresk bir arka planı olarak görmek anlamına gelmez. Bu çok daha derin bir şey. Kendimizi yaşayan, nefes alan doğanın bir parçası olarak görmek, bakış açımızı değiştirir, doğa sadece bir manzara değildir, ait olduğumuz bir mekandır. Doğa topraktır, akan sudur, yeşeren ağaçtır, bize meyve veren tohumdur, ruhumuzu besleyen çiçektir. Doğayı anlamak, onunla bir şekilde etkileşim kurmak, güzelliği bir bilgi biçimine, bizi besleyen dünyayı anlama ve onurlandırma yoluna dönüştür.
Doğayı gözlemlemek alışılmış görme ve var olma biçimlerimizi bozar ve bize varoluşun merkezinde olmadığımızı, çok daha büyük bir oluşumun parçası olduğumuzu hatırlatır. Bu bakış açısı, rahatlık yoluyla değil, dünyanın engin ve kontrol edilemez güçleriyle yüzleşmemizi, alçakgönüllülük, dayanıklılık ve dünyayla daha derin bir bağ kurmamızı geliştirir.
Hepimiz dünyalıyız ve bu gizemli dünyada kendimizi evimizde hissederiz. Çevremizle bağlantı kurarız. Ve kendimizi evimizde hissettiğimizde ve bağlantı kurduğumuzda, şükran duygumuz gelişir; geçim kaynaklarımızı ve yaşam alanlarımızı takdir eder ve değer veririz. Sadece kendi hayatlarımızı zenginleştirmekle kalmaz, yaşadığımız dünyaya özen göstermek için gerekli olan saygı ve sorumluluk duygumuz da gelişir.
Havai fişekler gibi yayılan ağaçlarla, koni şeklinde yükselenlerle, gökyüzüne doğru hiç kavis yapmadan yüz metre uzayan ağaçlarla, geniş, piramit şeklinde, yuvarlak, sütun gibi, konik, eğri büğrü ağaçlarla çevrili bir ortamda yaşadığınızı düşünün. Bizi meyveleriyle cömertçe besleyen ağaçların nasıl büyüdüğüne dair yeterince bilgi sahibi miyiz? Nasıl çiçeklendikleri, nasıl dallandıkları, nasıl yaprak döktükleri, kendilerini nasıl iyileştirdikleri sizi büyülemez mi? Düşünsenize! Oldukları yere sabitlenmiş halde, soğuk kış günlerinde rüzgarla savrulurken, başka hiçbir koruma olmaksızın nasıl hayatta kalabildikleri sizi büyülemez mi?
Kullandığımız sepetler ve kutular için, giydiğimiz pelerinler ve şapkalar için, karyolalarımız için, kolayca yanan çıralar için, sandıklar için, giysi dolaplarımız için, lambriler için, adını sayamadığım birçok şey için ağaçlara teşekkür borçlu olduğumuzu hiç düşündünüz mü?
Geçtiğimiz haftalar Türkiye’nin dört bir yanından yükselen dumanlar, sadece gökyüzünü karartmadı; hafızalarımızı, ciğerlerimizi ve vicdanlarımızı da kapkara bir sisle örttü. Ege’den Akdeniz’e, Güneydoğu’dan İç Anadolu’ya kadar birçok ilde çıkan yangınlar, yaz aylarının sıcaklığını felakete dönüştürdü. Hem yeşil alanları kaybetme acısını hem de alevlerle savaşan kahramanlarımızı kaybetmiş olmanın derin üzüntüsünü yaşadık.
İklim krizinin gölgesinde yaşıyoruz. Sıcaklıklar artıyor, nem oranı düşüyor, rüzgâr hızlanıyor. İnsan eliyle büyüyen ihmaller, kâr hırsı ve bilinçsiz kullanım bu yangınların görünmeyen ama en yakıcı sebebi. Piknik alanlarında söndürülmeyen ateşler, tarla temizliği bahanesiyle yakılan anızlar, sigara izmaritleri, hatta bazı yerlerde rant amaçlı sabotaj iddiaları…
Orman sadece ağaç değil; yaşamın ta kendisi. Kuşlar, arılar, sincaplar, çam kokusu, serinlik, toprak… Yangınla birlikte yalnızca ağaçlar değil, bir ekosistem yok oluyor. Ve biz çoğu zaman, o yangınlar şehirlerimize ulaşmadıkça bunu fark etmiyoruz. Oysa ormanlar sadece kırsal alanların değil, hepimizin ortak varlığı. Nefes aldığımız her an, o yeşilin bize sessizce sunduğu bir lütuf.
Artık durup düşünmek zorundayız. Ormanlar yanarken sadece ağaçlar değil, geleceğimiz de yanıyor. O yüzden bugün, tam da şimdi, ağaçların fısıltısına kulak vermeli ve onların biz insanlar gibi canlı varlıklar olduklarının bilinciyle onlara itina ile yaklaşmalıyız. Anlayışla, özenle ve şükranla.
Sevgili ağaç ailesi, insanoğluna verdiğin bütün armağanlar için sana teşekkürler! Şimdiki ve gelecekteki nesiller için teşekkür ederiz. Senden özür diliyoruz. Sana dikkat etmedik, seni ihmal ettik. Özür dileriz. Tekrar büyümenin senin için ne kadar zor olduğunu bilemedik. Özür dileriz.