Bir Anadol efsanesi 2025-06-08 00:30:00
Yazar: Semra Yeşil
Çocukluğumuzda annemle babam sevineceğimizi düşündükleri güzel haberleri bize hemen söylemezler, sürpriz olmasını isterlerdi. Bunların en önemlilerinden biri ise ilk arabamızın alınışıydı. Zira hayatımızda önemli bir değişim yaratacak olan bu habere çok sevineceğimizi biliyorlardı.
Aslında o gün sıradan bir gün gibiydi, ama sanki annemle babam biraz telaşlıydılar. Ancak okula yetişmeye çalışırken bunun üzerinde pek de durmamıştık. Sabah kahvaltının ardından biz okullarımıza, babam da işe gitti.
Okuldan eve döndüğümüzde annem evde yoktu. Alışılageldiği üzere eve gelince yememiz için sabahtan yaptığı yemekleri ocağın üstünde bırakmıştı. Ancak portmantonun üstünde nereye gittiğine ilişkin bir not yoktu. (“Portmantonun üzerine nereye gittiğine dair not bırakmak” bizim evin yazılı olmayan kurallarından biriydi.) Yine bir tuhaflık olduğunu sezinlesek de yemeklerimizi yiyip, kimimiz ders çalışmaya kimimiz de istirahat etmeye çekildik.
Akşamüstü olduğunda annemden hâlâ bir ses yoktu. Oysa babam işten dönmeden evde olma alışkanlığı vardı. Tam merak etmeye başlayacaktık ki kapının uzunca çalan zili ile irkildik. Kapıyı en küçük olduğum için her zaman olduğu gibi ben açtım. Kapıda kimse yoktu. Çünkü zil aşağıdan çalınmıştı.
Balkona çıkıp, “Kim o?” diye bağıracakken, bir de baktım ki annemle babam, sokağın ortasında beyaz Anadol marka bir arabanın yanında durmuş, el sallıyorlar. O arada ablamların da meraklanıp yanıma gelmesiyle şaşkın bir şekilde aşağıya bakarken bizimkiler, “Çocuklar hadi aşağıya inin, yeni arabamız ile gezmeye gidiyoruz” diye sesleniyorlar.
Şaşkınlığımız bir anda sevince dönüşüyor. Nasıl sevinmeyelim ki? Yıl 1969... Sokağımızda ya da çevremizde henüz arabası olan aile sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az... Üçümüz birden hemen üstümüzü bile değiştirmeden, ayakkabılarımızı giyip, merdivenleri üçer beşer inerek arabanın yanına varıyoruz. Bütün mahallenin çocukları arabanın başına toplanıyor. En az bizim kadar onlar da sevinçli...
Önden iki kapılı olan arabamızın arka koltuklarına ön koltuklar öne yatırılarak geçiliyor. Çünkü o zaman henüz dört kapılı olanlar üretilmemişti.
Bu arada biraz da arabadaki oturma yerlerimizden de söz etmeden geçemeyeceğim. Büyük ablam Leman, “Ben babamın arkasına”, küçük ablam Sema da “Ben annemin arkasına” oturacağım deyince, bana da doğal olarak orta bölüm kalıyordu. Bastım yaygarayı elbette. Çünkü etrafı onlar kadar güzel göremeyecektim. Beni kandırmaları uzun sürmedi. “Yollar ön camdan daha güzel görünür” dediler.
Aslında kanmamıştım. Ama başka da çarem yoktu. Zira bir asker ailesi olmamız nedeniyle evde kurulmuş olan hiyerarşik düzen büyüklere pek çok konuda öncelik sağlıyordu. Ben ne yazık ki ilerleyen yıllarda ancak ikisi de evlendikten sonra arabanın arkasındaki bütün yerlerin sahibi olabildim...
Neyse... Arabaya bindik. Önce Halil Rıfat Paşa’ya dedemlere, daha sonra Basmane’ye babaannemlere, Şirinyer’e amcamlara, Alsancak’a halamlara ve Hatay’a dayımlara giderek yeni arabamızı gösterdik. Hepsi en az bizim kadar seviniyordu. Çünkü o güne kadar ailede henüz kimsenin arabası yoktu.
Arabayı gösteremediğimiz bir tek büyük dayımlar kalmıştı. Aslında eğer Ankara’dan yıllık izin için İzmir’e gelmemiş olsalardı uzun bir süre de göremeyeceklerdi. Ama iki gün önce yengemin ailesini görmeye Çeşme’ye gitmişler, birkaç gün sonra da Ankara’ya döneceklerdi.
Ertesi gün hafta sonuydu. Annemle babam gezmek deyince hiç üşenmezlerdi. “Hem arabayı gösteririz hem de bir kez daha görüşmüş oluruz” diyerek Çeşme’ye gitmeye karar verdiler. Bütün gece heyecandan uyumadım. Zira Çeşme’ye daha önce hiç gitmemiştim. O zamanlar Çeşme meşhur bir yer de değildi.
Otoban henüz yapılmadığı için İzmir’den Çeşme’ye tek bir yoldan gidiliyordu. Böylece sabahın erken saatlerinde Güzelyalı’daki evimizden yola çıktık. Yolun ilk bölümü çok zevkliydi. Deniz kenarından giden yol tek şerit olmasına rağmen en azından denizi seyrederek gidiyorduk. Ama yolun ondan sonraki bölümü benim için tam bir kâbus oldu.
Karaburun yol ayrımına kadar en az üç dört kez durduk. Midem çok bulanmıştı. Elime bir torba vererek yola devam ettiler. Daracık virajlı yollardan giderken gözümü kapatsam bir türlü, açsam bir türlüydü. Sonunda yemyeşil çam ağaçlarının arasında kalmış küçücük bir kahvede durduk. Burası bugün bile Çeşme’ye eski yoldan gidenlerin uğrak yeri “Tepe Kahve” idi. Kısa bir mola da burada verdik. Neredeyse evden çıkalı üç saat olmuş, hâlâ Çeşme’ye varamamıştık.
Babam kahvenin sahibine Çeşme’ye ne kadar zamanda varabileceğimizi sordu. “Yarım saat, bilemedin kırk beş dakikayı geçmez” cevabını alınca rahatladı mı bilmiyorum, ama hemen bizi toparlayıp arabaya bindirdi ve yola koyuldu. Bu son bölüm benim için daha sıkıntılı geçse de fazla sesimi çıkaramadım. Zira herkesin sinirleri oldukça gergindi. Çeşme’ye vardığımızda öğlen olmuştu...
Çok şükür ki büyük dayımlara da arabamızı gösterebilmiştik. Elbette onlar da çok sevindiler. Böylece ailede arabayı görmeyen kalmamıştı. Babamla dayım arabayla birkaç tur atınca, dayım da İzmir’e döner dönmez araba almaya karar vermişti. Biz de güzel bir hafta sonu geçirerek ertesi gün İzmir’e geri dönmüştük.
Evet... Başta söylediğim gibi araba bizim hayatımızda büyük değişiklikler yaşamamıza vesile oldu. Bir yerden bir yere gitmek çok kolaylaştığı gibi babam da araba kullanmayı çok sevdiği ve hiç üşenmediği için bize gece oturmasına kim gelse otobüsle göndermez, kendisi götürürdü. Bazen ben de ona eşlik ederdim.
Ayrıca emektar Anadol'umuz arabayı aldıktan bir yıl sonra babam İstanbul’a tayin olunca İzmir-İstanbul arasında sayısız yolculuklarımızın da şahidi oldu. Her ne kadar yollarda hâlâ midem bulanıyor olsa da...
Şimdilerde, babam emekli olup da yeni bir araba alana kadar kahrımızı çeken Anadol'umuzun yerini günümüzdeki yeni teknoloji arabaların bile tutmadığını düşünüyorum. Klimasız da olsa, radyosu olmasa da, arkada kapısı olmasa da bize o günün şartlarında son derece konforlu geliyordu...
Bu vesileyle ülkemizde üretilen ilk yerli araba olan Anadol’un kısa bir tarihçesinden bahsetmeden geçemeyeceğim...
1960'lı yıllarda Türkiye'de otomobil ihtiyacı artmış ve ithal edilen araçlar yeterli olmamaya başlayınca sanayici Vehbi Koç, Türkiye’de otomobil üretimi konusunda çalışmalara başlar. 1966 yılında Otosan firması, Ford Motor Company ile lisans anlaşması yaparak otomobil üretimine başlanır. Böylece Türkiye'nin ilk yerli otomobili olan Anadol'un temelleri atılır.
Anadol Projesi, Türk mühendislerin yaratıcılığı ve çalışkanlığıyla gerçeğe dönüşür. Tasarımı İngiliz Reliant Motor Company’de, üretimi ise Türkiye'de yapılır. Vehbi Koç, üretilen araba halka hitap eden bir aile arabası olacağı için ismini de halkın koymasını ister. Bunun üzerine gazetelere “Milli sanayimizin eseri olan bu otomobilin ismi ne olsun kampanyasına katılınız” şeklinde bir ilan verilerek halkın fikirleri sorulur. Birinci olan yarışmacıya da 10 bin lira ödül verileceği açıklanır. Bunun üzerine 86 bin kişi farklı fikirlerle yarışmaya başvurur. Finale, Anadolu, Anadol, Otosan ve Veko (Vehbi Koç) isimleri kalır. Bunlar arasından da Anadol isminde karar kılınır.
Anadol, o dönemde Türkiye'de halk arasında büyük bir ilgiyle karşılanır. Hem tasarımı hem de uygun fiyatıyla dikkat çeker. O dönemde Türkiye'nin ilk özel otomobili olan Anadol, birçok kişi için bir sembol haline gelir. Farklı modelleriyle piyasaya sürülür. Her model, zaman içinde dönemin trendlerini takip ederek o günün teknolojik şartlarına uygun bir şekilde gelişir. Ancak, Anadol'un hikâyesi sadece bir otomobil üretimiyle sınırlı değildir. Anadol, Türk mühendislerinin yeteneklerini sergilediği bir platform olur. Üretimi sırasında yerli parça kullanımına önem verilir ve Türkiye'de bir otomobil sanayisinin kurulmasına ön ayak olur.
Ancak bir süre sonra arabaları ineklerin yediği söylentisi çıkar. Bu konudan da söz edecek olursak, Anadol’un ilk üretileceği zaman maliyet hesabı yapan yöneticiler arabanın metal sacdan üretilmesi durumunda sadece sacın maliyeti aracın piyasa fiyatının dahi üzerine çıkacağını görürler. Sorunu çözmek için arabayı o zamanlar çok yeni bir teknoloji olan karbon fiberden oluşturmaya karar verirler. Bu teknoloji çok yeni olduğundan ve bilinmediğinden çok büyük tepki görür ve hakkında gazetelerde “İneklerin yediği araba” şeklinde haberler çıkar. Bu söylenti ne kadar doğrudur tam olarak bilinmese de bir şehir efsanesi olarak dilden dile dolaşır. Ancak buna rağmen arabanın üretimi 1984 yılına kadar devam eder.
Anadol’un A1MkI modeli aynı zamanda Türkiye’nin ilk ralli arabası olarak, Anadol Ralli Takımı da ilk ralli takımı olarak tarihe geçer. Türkiye’nin ilk resmi rallisi olan 1968 Trakya Rallisi’ni kazanan takımın pilotları ise Renç Koçibey ve Demir Bükey’dir.
Anadol, dünya klasik otomobil literatürlerinde de yerini alır. A1 modeli FIVA’ nın (Uluslararası Tarihi Taşıtlar Federasyonu) onay belgelerine sahiptir. Yani bu “uluslararası klasik otomobil rallilerinde yarışabilir” demektir. Anadol, İngiltere’de de bazı otomobil meraklılarının elinde bulunan bir otomobildir ve Reliant Anadol olarak bilinir. Ayrıca günümüzde Anadol’un en çok aranan modellerinden biridir...
Kim bilir bizim emektar Anadolu’muz hâlâ çalışıyor mudur? Çalışıyorsa nerelerde, kimlerin elindedir? Bana kalırsa çalışıyordur ve meraklısının elindedir. Çünkü o Türkiye’de üretilen ilk otomobildir ve o bir efsanedir...
Kullanılan bazı kaynaklar: