İzmir’in gündelik görüntüleri arasında hayatın nabzı 2025-06-02 15:23:53
Yazar: Raşel Rakella Asal
Kalabalık akıp geçiyor önümden, ancak belli belirsiz görebiliyorum onları; insanlar hafif bir karmaşa içinde geçip gidiyorlar ve yüz çizgileri hiçbir zaman bütünüyle netleşmiyor. Yalnızca ara sıra karmakarışık bir sürü kafa arasında koyu, canlı bir bakış, yarım bir yüz, bir adım atmak üzere öne uzatılan bir ayak ilişiyor gözüme.
İzmir’i keşfetmeye çıktım. Nereden mi başladım? Kemeraltı Çarşısı'ndan. Neden mi? Kemeraltı Çarşısı, bütün eski ve büyük çarşılar gibi karmaşık yapısıyla İzmir’in beni büyüleyen mekanlarıdandır. İzmirli olsun olmasın kimleri büyülemez ki! Orada bir masal dünyasının içine dalmış gibi olursunuz. Size sunduğu sürprizleri hayretle izlersiniz. Zaman ve mesafe tamamen anlamsız kalır.
Onca kalabalığın içinde birbirine sürtünüp çarpışmadan herkesin istediği dükkâna girip çıkması, beğendiği vitrini seyretmeyi başarması da şaşılasıdır. Satılan malların çeşitliliği kadar esnafın çeşitliliği, çığırtkanların naraları, kime çarpacağı belli olmayan hanutçuları, dükkanlara servis yapan çaycıları, mal teslim etme telaşındaki tezgâhtarları ile insan portrelerinden manzaralar sunar.
Kemeraltı’nda dolaşmak bilinmeyenle karşılaşmadır, beni meraklandırır. Daha önce görmediğim sokakları, mimariyi, kültürü, insanları görmek bana yeni bir dünya sunar. Bu bilinmezlik beni heyecanlandırır. Kendi alışkanlıklarımdan çıkmışımdır. Farklı bir yerde olmak bende tarih ve hikâyelerin peşine düşme isteği uyandırır.
Kemeraltı’ndan yola koyulmuşum, oradan Havra Sokağı’na uzanıp, karşıya geçip Agora Açık Hava Müzesi’ni gezeceğim. Oraları gezdikçe ben de bir tür zaman yolculuğuna çıkıyorum. Yaşadığım kenti daha derinlemesine tanıma isteği bu. Hani yabancı bir kentte insan kendini daha özgür hisseder ya, işte öyle bir duygu. Nasıl’sa kimse sizi tanımıyordur, kimse sizden bir şey beklemiyordur. Özgürlük dediğimiz bu duygu değil midir?
Agora’yı gezmek bana ne ifade ediyor? İzmir’in tam göbeğinde, birçok İzmirli’nin ziyaret etmediği bu ören yeri Roma Dönemi’nden kalma en büyük agoralardan biri olmasının yanında eski zamanlarda şehir yaşamının kalbinin attığı, ticari, adli, dini ve siyasi faaliyetlerin yoğunlaştığı bir merkezdi.
Agora’yı keşfetmek, benim için bir yolculuktan fazlasıydı. Bir iç sesin yankısı, taşlara sinmiş zaman, sokaklara düşmüş gölgelerdi. Agora Açık Hava Müzesi sanki saçsız, gözsüz, etsiz ve kansız bir gövde gibi uzanıyordu önümde. Yıkıntılar içindeki yapısı tüm hatlarıyla, ama insana acı verircesine belli olan bir tarih mirasının, bir antik kentin iskeletiydi.
İşte ana cadde şurada; küçük yuvarlak alanın olduğu yerde bir dükkân olmalıydı herhalde. Bir yan sokak, bir tane daha olmalıydı. Taş olmayan her şeyi yağmur, güneş ve rüzgâr kemirmiş ve her şeyin üstüne sabırla damlayan zaman da gün başına milyarlarca iri zaman damlası ile her şeyi eritmiş, bir anda zaman tarih oluvermişti.
İnsanoğlunun tüm geçmişi, zamanın eskittiği bir şiir gibi uzanıyordu önümde. Her taşında bir öykü, başka bir suskunluk saklıydı. Koca bir sütuna yaslandım. Hüzünlü gözlerle yüzyılların gerisine gittim. Baktıkça hüzünlendim, hüzünlendikçe düşündüm.
Agora Açık Hava Müzesi’ni gezdikten sonra Mezarlıkbaşı’na, Tilkilik’e doğru yol aldım. 18 ve 19. yüzyıllarda İzmir’deki yerleşim yerlerinden İkiçeşmelik, Namazgâh, Tilkilik, Kemeraltı semtlerinde Türkler, Mezarlıkbası’nda Yahudiler, Basmane’de Ermeniler, Alsancak’ta (Punta) Rumlar, Birinci ve İkinci Kordon’da ise ticaretle uğraşan Avrupalılar ya da Frenkler yaşamışlardı.
1948’de İsrail Devlet’inin kurulmasıyla İzmir’den İsrail’e büyük göç olur, Agora çevresinde yaşayan yoksul Yahudiler kenti terk eder. Aynı yıllarda, sanayi ve teknolojinin gelişimiyle birlikte Anadolu’da göçe hazır bir nüfus oluşur. Göç bu nüfusun tek çıkış yoludur. Kentlerde ve tarımda makineleşmenin insan emeğine olan gereksinimi ucuz emek gerekliliğiyle birleşince büyük köylü nüfusun ilk önce yakın bölgelere göç ettiği görülür. Bu bölgedeki Yahudihaneler (kortejo) bu işçi sınıfının yeni konutları olur.
Henüz “apartman” geleneğinin oluşmadığı, 1950’lerin İzmir’inde bir zamanlar yoksul Yahudi ailelerinin boyoz pişirdiği avlularda, sübye içtikleri odalarda, o günler bambaşka hikâyelerle devam eder. 1492 yılında İspanya’dan Türkiye’ye gelen Sefarad Yahudilerinden sonra kortejolar (Yahudhane) hayatın sillesini yemiş, yalnız, tutunamamış, terk edilmiş, kaybolmuş, yaşamdan ümidini kesmiş yoksul halkın yeni mekânı olur. Böylece İzmir, karmaşık ve çoğulcu yapısını bünyesinde barındırmaya başlar.
2011’li yıllar ve demografik değişim
Agora ve çevresi, özellikle Basmane bölgesi, 2011 yılından itibaren Afrika ülkelerinden gelen göçmenlerin bu bölgeye yerleşmesiyle birlikte, semtin demografik yapısında belirgin bir çeşitlilik gözlemleniyor. Elbette, İzmir’in İkiçeşmelik, Agora ve Tilkilik gibi mahallelerine Suriyeli mültecilerin yerleşmesinden sonra yerel halkın verdiği tepkiler, karmaşık ve çok boyutlu oldu.
Birçok yerli esnaf ve işçi, Suriyelilerin düşük ücretle çalışmasının kendi kazançlarını olumsuz etkilediğini dile getiriyor. Özellikle günlük işlerde ya da küçük esnaf pazarlarında Suriyelilerin daha ucuza çalışması, “işimizi elimizden alıyorlar” gibi tepkilere neden oldu. Bu durum, ekonomik sıkıntıların göçmenlere yöneltilmesine yol açıyor. Uzun yıllar aynı semtte yaşayan yerel halk, komşuluk ilişkilerinin zayıfladığını ve mahallenin “kendi havasını” kaybettiğini düşünüyor. Suriyelilerin farklı dil, yaşam tarzı ve alışkanlıklarıyla mahalleye girmesi, özellikle yaşlı sakinlerde bir “yabancılaşma hissi” oluşturuyor.
Halk önceleri tepki verse de zamanla göçmenlerle birlikte yaşamaya alıştı. Yeni nesil çocukların birlikte okula gitmesi, mahalle pazarında birlikte alışveriş yapılması gibi gündelik ilişkiler, baştaki gerilimleri zaman içinde azalttı.
Agora’da tezgâhlar açılıyor her sabah, domatesler, maydanozlar ve taze umutlarla güne başlanıyor. Yan tezgâhta Halep’ten gelen baharatlar kokuyor, ama bazıları burun kıvırıyor, bazıları selam veriyor. Bir usta diyor ki, “Kazancım yarıya indi, ama o da insan"...
Tilkilik’te doğmuş, büyümüş ve hâlâ orada yaşayan 68 yaşındaki teyze: “Ben burada doğdum, büyüdüm. Eskiden herkes birbirini tanırdı. Komşudan soğan istenir, çay demlenirdi. Şimdi binada kim oturuyor bilmiyorum. Suriyeliler geldi, önce korktum. Dili bilmiyoruz, huyunu suyunu bilmiyoruz. Ama zamanla baktım, kadınlar gibi benim gibi pazara gidiyor, çocuklarını okula gönderiyorlar. Bir gün biri bana kendi yaptığı ekmekten verdi. Şaşırdım.”
10 yaşındaki Suriyeli çocuk: “Ben Türkçe öğrendim. Okula gidiyorum. Türk arkadaşım bana bisikletini verdi. Babam iş buldu. Ama bazen sokakta “Siz gidin buradan diyorlar.”
O mahalledekilerle ayaküstü sohbet etmiştim. Herkesin hikayesi ayrıydı. Kimse keyfinden göç etmemişti. Yaşam kavgasında yenik düşmemek, kolu kanadı kırılmadan amansız bir mücadelenin içinde boğulmamak için her umut kırıntısına dört elle sarılan insanların yaşamlarına yakından tanık olmuştum. O gün bu semtlerde dolaşarak İzmir’de son on on beş yılda yaşananları anlamaya çalışmıştım. Caddelerden, tıkanmış dar sokaklardan, insan uğultusundan, şişteki keskin kızarmış et kokusundan, ızgaradaki balığın çıtırtısından, taze ekmeğin buğusundan, sesler, kokular ve kente dökülen insan kalabalığından geçmiş, trafiğe aldırmadan caddeye fırlayan insanlara karışmış, İzmir’in çeşit çeşit yüzünü, kendine özgü ritmini yaşamıştım.
Bir kenti keşfetmek uzun bir süre semtlerin tutsağı olmaktı. Ancak bu tutsaklık bir öğrenme kaynağıydı. O gün İzmir’in tarihi içinde yepyeni bir deneyim, derin bir kavrayış, bir zihinsel aydınlanma yaşamıştım. Her şey birbiriyle bağlantılıydı. İzmir’in geçmişin parfümüyle bürünmüş ve geleceğin enerjisi ile gündelik, sıradan görüntüleri yaşamın nabzını yansıtıyordu.
Kentin ortasında, derin acılar hisseder mi insan? Gözlerimde buğu, yüreğimde burukluk, kırık dökük düşünceler mırıldanarak ayrılıyorum. Yaşam inişli çıkışlı bir yol, biliyorum. Zaman güç bir bilmece, biliyorum. Daireler çizerek uçuyor martılar, kül rengi sulara doğru alçalıp yükseliyorlar, bu oyunu yinelemek üzere bir kez daha, bir kez daha havalanıyorlar, sonsuz ve doyumsuz bir oyun bu.