Göç ve Türkan Bebek üzerine 2025-12-23 20:07:43
Yazar: Semra Yeşil

"Göç" kavramını tanımlayarak başlayacak olursak, "Basit olarak, insanların sosyal, ekonomik, siyasi, çevresel nedenlerle bir yerleşim yerinden başka bir yere kalıcı ya da geçici olarak yer değiştirmesidir" diyebiliriz. Ülke içinde veya ülke dışına olabilen bu yer değiştirme bazen gönüllü bazen de zorunlu olur. Gönüllü göç, kişinin kendi isteğiyle, örneğin iş değiştirmek amacıyla yaptığı yer değiştirmedir. Zorunlu göç ise, savaş, doğal afet, etnik baskı gibi sebeplerle mecbur kalınarak yapılan göçtür...
Göç, gönüllü de olsa zorunlu da olsa, adı mübadele de olsa serbest göç de olsa hem bireyleri hem de toplumları derinden etkileyen sosyolojik bir olgudur... Nedeni ne olursa olsun, mekân değiştirmek insanların ruhsal durumlarında nadiren olumlu ama çoğunlukla olumsuz etki yarattığı gibi, toplumların psikolojisini de etkiler... Uyum sorunları, kültürel çatışma, dil ve kimlik problemleri en belirgin örnektir...
Geleneksel toplumlarda iş için gerçekleşen bir göç bile olsa oldukça duygusal etkileri yüksek olurdu. Çünkü geleneksel insan için "toprak" çok önemliydi. Bu yüzden gurbet ve sıla kavramları vardı. Gurbet acıydı... Sıla ise özlemdi...
Günümüz toplumuna bakarak bu durumu anlamak oldukça güçtür. Hayat şartlarının sonucu yoğun bir hareketlilik olduğu için insanların çoğu kendini bir yere bağlı hissetmezler. Bu nedenle gurbet ve sıla kavramları artık kullanılmaz hale gelmiştir.
Balkan göçüne gelecek olursak, Osmanlı Devleti'nin Balkan ülkelerinden çekilmeye başladığı 19. yüzyıldan itibaren, özellikle Müslüman/Türk nüfusun Anadolu'ya doğru göç edişini ifade eder. Bu yer değiştirmeler milyonlarca insanı etkilemiştir.
Göçlerin tarihsel arka planına bakacak olursak, 18. yüzyıla doğru bir yolculuk yapmamız gerekir. 1700'lü yıllardan itibaren Osmanlı'nın Balkanlar'daki egemenliği gün geçtikçe daha da zayıflarken, yenilgiyle sonuçlanan savaşlar sonrasında kaybedilen topraklardan Anadolu'ya doğru tersine göç çoktan başlamış, 19. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise gelenlerin sayısı 500 bine yaklaşmıştı.
Tam da o dönemlerde Fransız İhtilali'nin yaymış olduğu ulus, milliyetçilik, egemenlik, demokrasi, laiklik, adalet gibi kavramlar tüm Avrupa'ya yayılıyordu. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu'nda da etkisini gösterecekti elbette...
Avrupalı büyük güçlerin Balkanlar'a hâkim olma çabaları ve bu amaçla bölgedeki milliyetçi grupları desteklemeleri ise bu hareketleri daha da körüklemişti. Güçlü devletlerin desteğini alan Balkan halkları birer birer ayaklanmaya başladılar.
Yunanistan, 1832'de bağımsızlığını elde ettikten sonra topraklarını genişletmeye çalışırken, bu durum Osmanlı İmparatorluğu'nun da toprak kaybetmesine neden oldu. Akabinde Osmanlı topraklarındaki diğer halklar da Yunanistan'ı örnek alarak bağımsızlık için savaştılar ve sırayla etnik kimlik temeline dayalı ulus devletlerini kurdular.
1912-1913 yıllarında gerçekleşen Balkan Savaşları sonrasında ise Osmanlı'nın yeni kurulan bu devletler karşısında uğradığı yenilgiler son derece ağır sonuçlar doğurdu. Balkanlar'da yaklaşık 600 yıl süren Osmanlı egemenliği tamamen sona erdi. Bölgedeki Müslüman/Türk halk, baskı, şiddet, katliam, sürgün ve güvenlik sorunları nedeniyle Anadolu'ya göç etmeye başladı. Yaklaşık 1 milyonun üzerinde insan yerinden oldu.
Esasında Osmanlı tarihinde göçler ilk olarak 1783'de Kırım'ın Rusya'ya ilhakı ile başlamış, daha sonra çeşitli dönemlerde artarak devam etmiştir. Sözünü ettiğimiz göç dönemlerine şöyle bir bakacak olursak, ilki 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı öncesi göçler. İkincisi "93 göçü" olarak bilinen, Osmanlı-Rus Savaşı'nın sonrasındaki göçler. Osmanlı'nın Bulgaristan'dan çekilmesiyle Müslüman/Türk halk yoğun baskı ve şiddete maruz kalınca ilk büyük göç bu dönemde gerçekleşti.
Üçüncüsü 1912-1913 Balkan Savaşları'nı takip eden göçler. En yoğun göçün yaşandığı dönemdir. Dördüncüsü 1923 Cumhuriyet Dönemi göçleri - mübadele. Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan nüfus mübadelesi sözleşmesiyle Yunanistan'daki Ortodoks Rumlar Türkiye'ye (Batı Trakya Türkleri hariç), Türkiye'de yaşayan Müslümanlar Yunanistan'a (İstanbul, Bozcaada ve İmroz hariç) gönderildi. Yaklaşık 500 bin civarında Müslüman Türk, Anadolu'ya göç etti.
Beşincisi Bulgaristan'dan 1950-1951 göçü (Zorunlu Göç Anlaşması). Bulgaristan hükümeti, 1940'ların ikinci yarısından itibaren kamulaştırma politikasını devreye almış, geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan Türklerin topraklarına ve hayvanlarına zorla el koyulmuştur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise komünist rejimin yönetime gelmesiyle birlikte Türk azınlığın üzerinde baskı artmıştır. Bu durumdan hoşnutsuz olan Türk azınlığın eyleme geçmesinden çekinen Bulgaristan 1950 yılında Ankara'ya gönderdiği bir nota ile Türkiye'ye üç ay içinde toplam 250 bin Türk'ü kabul etmesini istemiş, bunun sonucunda 1950-1951 yılları arasında yaklaşık 150 bin Müslüman/Türk, Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmıştır.
Altıncısı, 1968-1978 Serbest Göç Antlaşması. 1968 yılında Türkiye ile Bulgaristan arasında yakın akrabaları 1952 yılına kadar Türkiye'ye göç etmiş olan Türk asıllı vatandaşların Türkiye'ye göç etmeleri hakkında antlaşma imzalanmıştır. Ancak, 1969 yılında uygulanmaya başlanan göçler esnasında antlaşmanın pek çok maddesine uyulmamış, Bulgaristan Türkleri çok büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Yönetim istediklerini yollamış, istemediklerini de göndermemiş, yüzlerce Türk, pasaportlarını almalarına rağmen Türkiye'ye gelememek endişesiyle kendilerine uygulanan baskılara ses çıkaramamışlardır.
Antlaşmada, "Göçmenler, göç etmeden önce gayrimenkullerini tasviye edebilirler" maddesi olmasına rağmen yönetim bu konuda çok zorluk çıkarmış, verilen zamanın kısalığı nedeniyle mallarını satamadan ya da yok fiyata satarak ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardır. Bu sebeple pek çok Türk'ün malına el koyulmuştur.
Bu kısıtlamaların nedeninin ise nüfusu pek artmayan ve şehirlere doğru göçün yoğun olduğu Bulgaristan'ın kırsal kesiminde yaşamaya devam eden Türklerin sağladığı el emeğinden mahrum kalmamak için yapıldığı söylenmekte... Bu süreçte ise 115 bin civarında Bulgaristan Türkü Türkiye'ye yerleşmiştir.
Yedincisi 1984-1989 Asimilasyon Dönemi (ad değiştirme kampanyası). 1980'lere gelindiğinde, Bulgaristan Komünist Partisi lideri Todor Jivkov, ülke içinde etnik azınlıkların varlığını "tehdit" olarak gördüğünü açıklar. Bu doğrultuda Türklerden istenen, Bulgar ulus kimliğine entegre olmaları, Türk kimliklerini terk etmeleri, Bulgar kültürünü kabul etmeleriydi. Amaçları, Türk azınlığı yok etmekti.
Ancak o güne kadar Türkleri Bulgarlaştırma konusunda istenilen sonuç elde edilemeyince 1984 yılında, Türklere karşı sürdürülen baskılar daha da şiddetlenmiş, Türklerin suskunluğundan cesaret alan Bulgarlar, kampanyanın hızlandırılarak sonuçlandırılmasına karar vermişler, bu kararlarını hızla ve şiddete başvurarak uygulamaya koymuş, Güney Bulgaristan'daki Türklerin tamamını Bulgarlaştırmaya başlamışlardır. 1984 yılının sonlarında artık, Güney ve Güneydoğu Bulgaristan'da, bir milyondan fazla Türkün ismi değiştirilmiş ve operasyon tamamlanmıştır.
Bu aşamada, Türklerin adları zorla Bulgar isimlerine çevrilerek Mehmet → Mihail, Ayşe → Ana, Mustafa → Metodi olmuş, kimlik kartları yeniden düzenlenmiş, Türkçe isim kullanmak yasaklanmış, Türkçe yazılı materyaller toplatılmış, ev içinde bile Türkçe konuşmak yasaklanmıştır. Camiler kapatılmış veya kültür merkezine dönüştürülmüş. Din adamları baskı altına alınarak ibadetler yasaklanmış, köylere asker gönderilerek direnenlere şiddet uygulanmıştır. Binlerce kişi tutuklanarak Belene Toplama Kampı'na gönderilmiştir.
Bu dönemde Türkçe konuşanlara para cezası verildi. Çocuklar okullarda Türkçe konuştukları için cezalandırıldı. Türk düğünleri, sünnetler, bayram kutlamaları yasaklandı. Geleneksel kıyafetlere bile müdahale edildi. Türk okulları kapatıldı. Müfredatta Türk tarihine dair tüm içerikler kaldırıldı. Direnen aileler işten çıkarıldı. Tarım işçileri başka bölgelere sürüldü. Bu politikalar tarihe "Yeniden Doğuş Süreci" adıyla geçti. Bu dönem, Bulgaristan'daki Türklerin yaşadığı en ağır kimlik baskısı ve zorunlu asimilasyon süreci olarak kabul edilir.

Sekizincisi yakın tarihin en büyük göçlerinden biri olan 1989 büyük göçü. 1989 yılına gelindiğinde, baskılar o kadar artmıştı ki iş, "bayram şekerine yasak koyma'' raddesine varınca, Türk azınlık bu duruma karşı barışçıl yürüyüşler ve açlık grevleri düzenlemeye başladı. Yönetim bu protestoları "yasa dışı" ilan ederek güvenlik güçlerini devreye soktu. Yürüyüş yapanların üzerlerine ateş açılarak birçok kişinin öldürülmesi üzerine Türkiye, Bulgaristan'a son derece sert bir tepki verdi.
Uluslararası mecradan da gelen tepkiler artmaya başlayınca, Todor Jivkov ve Türk Hükümeti arasında gerçekleşen görüşmeler sonrasında 350 binden fazla Türk, evlerini, topraklarını, mallarını geride bırakmak zorunda kalarak birkaç ay içinde Türkiye'ye göç etti. Bu olay, Avrupa'da barış zamanında gerçekleşmiş en büyük kitlesel göçlerden biri olarak kabul edilir.
Balkan göçünün Türkiye üzerindeki etkileri
Balkan göçü, Türkiye'nin demografik yapısını, kültürünü ve toplumsal çeşitliliğini derinden etkilemiş büyük bir tarihsel olaydır. Bu göçler sonucunda Anadolu'nun nüfusu artarak çeşitlendi. Balkan kültürü, yemek, müzik, dil ve gelenekler yoluyla Türkiye'de güçlü bir yer edindi. Göçmenler hızla ülkenin üretimine katılarak zanaatkârlık, tarım ve tekstil gibi sektörlere çok önemli katkı sağladılar. Ağırlıklı olarak Ege Bölgesi, Bursa, İzmir, Kocaeli, Tekirdağ ve Balıkesir gibi şehirlerde Balkan kökenli nüfus yoğunlaştı. "Göçmen" kimliği sosyal hayatta yerini aldı.
1990 sonrası
Kasım 1989'da Doğu Bloku çökerken, Jivkov da görevden alındı. Yeni yönetim, asimilasyonun yanlış olduğunu kabul etti. Türklerin eski isimlerini geri alma hakkını tanıdı. Kısıtlamaların çoğunu kaldırdı. Fakat 1984-1989 asimilasyon dönemi, Bulgaristan Türkleri açısından hâlâ hafızalardan silinemeyen bir travma olarak günümüze kadar ulaştı.
1989 Bulgaristan göçünün kadınlar ve çocuklar üzerindeki etkileri

1989 göçünde kadınlar, sadece göç eden bireyler değil, "her göçte olduğu gibi" ailenin devamlılığını sağlayan temel aktörlerdi. Ani göç nedeniyle kadınlar evlerini, mallarını ve sosyal çevrelerini geride bırakmak zorunda kaldı. Kimlik değiştirme baskıları ve ayrımcılık, özellikle kadınlarda çok ciddi psikolojik travmalara yol açtı. Çocukların bakımı, yaşlıların sorumluluğu kadınların üzerindeydi.
Kısa sürede tarım, tekstil, ev içi üretim ve küçük esnaflık gibi alanlarda çalışmaya başladılar. Ev ekonomisine katkı sağlayarak ailenin ayakta kalmasında önemli rol oynadı. Geleneksel olarak çalışmayan kadınlar, göç sonrası ilk kez ücretli iş gücüne katıldı. Türkçe konuşuyor olmaları mahalle ve sosyal çevreyle hızlıca iletişim kurmalarını imkân sağladı. Bulgaristan'da edindikleri disiplinli çalışma ve üretken kimlikleri nedeniyle bulundukları çevrede saygı kazandılar.
Sonuç olarak, 1989 göçü, birçok kadın için travmatik olduğu kadar toplumsal hayatın içine dahil olma süreci oldu.
Göç edenlerin önemli bir kısmı okul çağındaki çocuklardı. Türkçe bilmeleri sayesinde çocuklar Türkiye'deki okullara hızla adapte olsalar da okulunu yarıda bırakarak gelmek zorunda kalan pek çok çocuk da ekonomik zorluklar nedeniyle erken yaşta çalışmak zorunda kaldılar. Bulgaristan'da "Türk", Türkiye'de "göçmen" olarak isimlendirilmeleri bazı çocuklarda kimlik karmaşası yarattı. Buna rağmen ikinci kuşak göçmen çocuklar, eğitimde başarılı oldu.
Ancak, ani yer değiştirme, ayrılık ve gelinen yerde nasıl bir ortamla karşılaşılacağının bilinmezliği, kaygı, güvensizlik ve travmalara neden oldu. Bunlar çoğu zaman konuşulmadı ama kuşaktan kuşağa aktarıldı.
Sonuç olarak, 1989 göçü çocuklar için zorlayıcıydı, ancak ilerleyen dönemlerde Türkiye'ye katkıları son derece yüksek bir grup oldular. Bu çocukların pek çoğu şu anda bazı sektörlerin de öncüleri konumundadır. Örneğin tekstil sektörü...
Türkan Feyzullah olayı
Türkan Feyzullah olayına gelince… Bulgaristan'daki 1984-1989 asimilasyon dönemi sırasında yaşanan en sembolik ve en acı olaylardan biri olarak bilinir. Bu olay Bulgaristan'ın Türkleri zorla Bulgarlaştırma politikalarına karşı yapılan protesto gösterilerinde henüz bir bebek olan Türkan Feyzullah'ın öldürülmesiyle hafızalara kazınmıştır.

Peki kimdi bu Türkan Bebek?
Türkan Feyzullah, Bulgaristan'ın Kırcaali bölgesindeki Mogaline, Türkçe adıyla Killi köyünde yaşayan bir Türk ailesinin birkaç aylık bebeğiydi. 26 Aralık 1984'te, Killi köyünde halk, ad değiştirmenin ve baskıların durdurulması için yürüyüş yapmaya karar vererek köy meydanında toplanmışlardı.
Ellerinde silah yoktu, eylem tamamen barışçıydı. Grup içinde çok sayıda kadın, yaşlı ve çocuk vardı. Bulgar polis ve milis güçleri köyü abluka altına aldı. Kalabalığa "dağılın" uyarısı yaptılar, fakat halk taleplerini tekrarlamaya devam etti. Bunun üzerine güvenlik güçleri hedef gözetmeksizin ateş açtı.
Bu saldırı sırasında, henüz birkaç aylık olan Türkan Feyzullah, annesinin kucağında vurularak hayatını kaybetti. Aynı saldırıda 18 yaşındaki Necla Osman ve 35 yaşındaki Mehmet Ali Aslan da hayatını kaybetti. Çok sayıda kişi yaralandı. Yaralılar uzun süre hastaneye götürülmedi. Olayın ardından köy sıkıyönetim altına alındı.
Olay neden sembol haline geldi?
Türkan bebeğin ölümü, zulmün masum bir bebeğe kadar ulaştığının göstergesi olarak algılandı. Bu nedenle Türkan Bebek, Bulgaristan Türklerinin kimlik mücadelesinin sembol ismi olarak anılmaya başlandı. Sadece bir bebek olması, olayın dünya kamuoyunda da dikkat çekmesine neden oldu. Bu ölüm, Türk azınlığın yaşadığı trajediyi uluslararası alanda görünür kıldı.
Bugün hem Türkiye'de hem Bulgaristan'da Türkan Bebek adı unutulmaması gereken bir tarihsel acı, Türk azınlığın kimlik mücadelesi, asimilasyona karşı bir duruş olarak hafızalarda yaşamaktadır.
Türkan Çeşmesi ve anma törenleri

1990 sonrasında Bulgaristan'da baskıların sona ermesiyle Killi köyünde Türkan Çeşmesi yapıldı. Çeşmenin üzerinde şu mesajlar bulunuyor: "Türkan Bebek, unutmadık, unutturmayacağız."
Burada her yıl 26 Aralık'ta "Türkan Bebek Anma Töreni" düzenleniyor. Bu törenlere, Bulgaristan Türkleri, Türkiye'den gelen Balkan göçmenleri, Sivil toplum kuruluşları, Akademisyenler ve siyasi temsilciler katılıyor. Törenlerde Türkan Bebek, Türk kimliğinin, direnişin ve yaşanan acıların sembolü olarak anılıyor.
Türkiye'de ve Bulgaristan'da yapılan anma törenlerinde öne çıkan mesaj: "Tarih tekerrür etmesin."
Olayın sosyal ve psikolojik etkileri
Türk kimliği üzerindeki baskı, toplumsal dayanışmayı artırdı. Aileler çocuklarını korumak için büyük şehirlerden uzaklaştı veya Türkiye'ye göç etmeye karar verdi. Geleneksel Türk değerleri direnç amacıyla daha güçlü sahiplenildi. Olayı yaşayanların çoğunda travma belirtileri görüldü. Çocuklar uzun süre asker ve polis görünce korku yaşadı. Türkan bebek, Türk toplumunda "masumiyetin hedef alınması" duygusunu simgeledi.
Çeşmenin mimari özellikleri

Türkan Çeşmesi, masumiyeti simgeleyen beyaz mermer ağırlıklı bir yapıya sahiptir. Sade bir mimari tarz kullanılmıştır. Çünkü esas amaç, İhtişam değil, hafıza ve yasın sembolü olmasıdır. Çeşmenin üzerinde Türkan Feyzullah'ın adı yer alır. Anma levhalarında asimilasyon süreci ve o gün öldürülen üç kişinin isimleri bulunur: Türkan Feyzullah (bebek), Necla Osman (18 yaşında) ve Mehmet Ali Aslan (35 yaşında).
***
Bir göç hikayesi: Bir anahtarın ağırlığı
Kadın, kapıyı kilitlerken anahtarı cebine koydu. Geri döneceğini düşünüyordu. Zaten herkes öyle düşünüyordu. 1989 yazında Bulgaristan'dan başlayan göç, sadece sınırları değil, insanların iç dünyasını da aştı. Trene binenler yanlarına alabildikleri kadar eşya değil, taşıyabildikleri kadar sessizlik aldılar. En çok kadınlar sustu. Çünkü çocukları onlara bakıyordu. Çünkü korkuyu belli etmek, çocukların da korkması demekti. Kadınlar ağlamadı. Ağlamayı sonraya bıraktılar...

Sınır geçildikten sonra, yerleşilen evlerde, gecenin sessizliğinde ağladılar. Bir evin kokusunu, bir komşunun sesini, bir bahçenin toprağını geride bırakmanın ne demek olduğunu en çok onlar bildi. Ama ertesi sabah kalkıp işe gittiler. Tarlaya, fabrikaya, tezgâha... Çünkü hayat beklemezdi.
Çocuklar ise bir günde büyüdüler. Trende suskun babaları, camdan bakan anneleri gördüler. Kimse onlara "korkma" demedi, ama herkes korkmamayı öğrendi. Okula başladıklarında gerçek adlarını söylediler, adlarını geri aldılar ama çocukluklarını orada bıraktılar. O çocuklar, iki ülke arasında değil, iki sessizlik arasında büyüdü.
Türkiye'de hayat yeniden kuruldu. Evler yapıldı, işler bulundu, okullar bitirildi. Ama bazı anahtarlar hâlâ ceplerde kaldı. Artık açmadığı kapıların anahtarlarıydı bunlar. Yine de o anahtarlar atılmadı. Çünkü hatırlamak, kaybetmemekti.
1989 göçü, bir yerden bir yere gitmek değildi sadece. Kadınların yüklenip taşıdığı bir hayattı.
Çocukların sessizce omuzladığı bir gelecek... Geride kalan anahtarlar, hâlâ hatırlatıyor:
Bazı göçler biter, bazıları insanın içinde devam eder.