Ege'de bir karye pazarı: Urla 2025-10-14 22:00:00
Yazar: Semra Yeşil
Urla ile ilgili yıllar önce yazdığım ilk yazımı okuyan bir yakınım, “Urla’yı bu kadar da güzel yazma, özenip gelmesinler, çok kalabalıklaşmasın” demişti. Bu sözlerin üzerinden on beş yıl geçmiş. Ancak onun söylediklerinden mi etkilenmiştim bilmiyorum, son zamanlarda yılın altı ayı Urla İskelesi’nde yaşamamıza rağmen, İskele’de arkadaşlarımıza ait bir mekânı anlattığım özel bir yazı dışında, o ilk yazının üstüne bir cümle bile ekleyememiştim.
O gün bu gündür Urla’da büyük değişimler oldu, büyüdü, gelişti, adının başına yeni yeni sıfatlar eklendi. Örneğin; son yıllarda ondan söz ederken, “Gastronomi’nin cenneti” deniliyor. İşte tüm bunların sonucunda da elbette kalabalıklaştı. Çünkü Urla’ya kısa süreliğine gelip de huzurlu ortamını beğenen büyük şehir insanları yaşamlarını burada geçirmeye karar verdiler. Yani bu süreçte Urla büyük bir göç aldı. Belki de benim yazdıklarımı okudular da geldiler. Kim bilir...
Şaka bir yana, benim “Urla” denince aklıma hep öncelikle annemin anlattıkları gelir...
Tapu muhafızı olan dedemin çok sık tayin olması nedeniyle çocukluğu Bodrum, Datça, Foça ve Urla gibi günümüzün gözde tatil yerlerinde geçtiğinden, ilerleyen yıllarda annem buralara her gidişinde oturdukları evi bulmak isterdi. Çoğunlukla da bulurdu... Bodrum’da beş yaşındayken oturdukları evi bile bulmuştu. Elbette Urla’daki evlerini de! Şansına o sağken henüz yıkılmamıştı. “Postane Sokağı'ndaydı. Meyve ağaçları ve envaiçeşit çiçeklerle bezeli çok büyük bir bahçesi vardı. Kardeşlerimle doyasıya oynardık. Teyzemler arka sokağımızda, yanımızdaki evde de filancalar otururdu. Necati Cumalı’nın kız kardeşi ablamın arkadaşıydı. Evlerine sık sık giderdik” derken gözlerindeki parıltıya bayılırdım.
Anlattıklarını o kadar dikkatli dinlemişim ve hafızama öyle güzel yerleştirmişim ki Urla merkeze her gidişimde şimdilerde Sanat Sokağı diye bilinen yolda ilerlerken, sola doğru Eski Postane Sokağı’na girer, annem ve ailesinden izler ararım. Her ne kadar artık o izlerin olduğu yerler değişmiş olsa da...
Çocukluğumda, dedemle birlikte Urla’ya gezmeye gittiğimiz bir günde meydandaki çay bahçesinde otururken, kızgın bir şekilde söylenmesini ise hiç unutamam. Dedem Urla’ya geldiğinde kasabanın önemli memurlarından biri olduğu için herkesin tanıdığı, bildiği bir kişiymiş. Her gün Postane Sokağı’ndaki evlerinden çıkıp tapu dairesine yürüyerek gider, yürüyerek dönermiş. Bu arada her adım başı birileri ile selamlaşır, sohbet edermiş. O günleri hatırlayıp da yanımızdan gelip geçen hiç kimsenin kendisini tanımamasına çok içerlemiş, dönene kadar suratını asmıştı. Nur içinde yatsın güzel dedem...
Benim Urla ile bağlantım sadece annemle ilişkili değil... Babaannemin yakın arkadaşı Suzan Teyzeler'in mendireğin hemen önündeki o heybetli Rum evine gidişlerimiz ise hafızamdaki başka bir görüntü. Denize sıfır evin önündeki geniş verandada babaannemler çay içip sohbet ederlerken, su isteme bahanesiyle içeri girerek yüksek tavanlı evde gezindiğimi de unutmam. Çocuk gözümle daha da büyük görünen ev hâlâ aklımda. Geniş tahta merdivenleri, salon büyüklüğündeki odaları ile sanki bir saray, antika eşyalar, tablolar, süslemeler, yüksek giyotin pencereleri ile adeta masal bir ev... Çok hoşuma gitse de biraz ürkerdim ben o evden. “Gecenin karanlığında bir ihtiyacın olsa kalkıp, dolaşmaya korkar insan” diye düşünürdüm...
Sonraki yıllarda ablam ile eniştem tanışana kadar uzun süre Urla ile bağlantımız olmadı. Ailelerin tanışma gününde Urla ile yeniden buluşuverdik. Eniştemin babası Hakim Hüseyin Amca’nın Urla’ya tayin olması ile başlayan sohbet, eniştemin yıllar önce annemlerin oturdukları Postane Sokağı'nın köşesindeki evde (ki günümüzde hâlâ ayakta) doğduğunun ortaya çıkmasıyla iyice koyulaşıyor, Saide Hanım Teyze ile annem kırk yıllık dostmuş gibi sohbete dalıyorlar. Urla’yı öyle seviyorlar ki yılın altı ayını İskele’deki evlerinde geçiriyorlar. Tabii bu arada biz de onlara sık sık gidip gelmeye başlıyoruz.
Ahhh ne güzeldir İskele günleri...
Sabahın erken saatlerinde ikantoya gidip yeni gelmiş tazecik balıkların açık artırma usulü satışını izlemek bile büyük keyiftir. Çipura, karagöz, barbun, istavrit, sardalya, ahtapot, kalamar, karides ve daha neler neler...
Eğer acele etmezseniz mermerin üzerinde sergilenmiş bu çok çeşitli balık ve deniz ürününün satışının bir anda gerçekleşmesi sonucu eliniz boş olarak eve dönmek zorunda bile kalabilirsiniz.
Sonraki yıllarda arkadaşım Nilüfer’in Urla’ya yerleşmesi ile Urla sevdam bir kat daha arttı. O zamanlar Sevgili Kıvılcım da daha Bodrum’a taşınmamıştı. Liman’da, Gözde’de tadına doyulmaz sohbetler eşliğinde yediğimiz deniz ürünü, meze ve balıkların tadını bir daha hiçbir yerde bulamadım...
Urla sevdası daha sonraki yıllarda bizim de burada bir mülk edinmemize kadar gitti. Evet... Yazımın başında söz ettiğim gibi artık son yıllarda bir ayağımız çok daha fazla Urla’da...
Birbirinden güzel koyları ve etrafının çevreleyen ada ve adacıklarıyla Urla’da o kadar çok renk var ki... Hangilerine öncelik versem, bilemiyorum... İyisi mi, biraz geçmişte olanlardan söz ederek başlayayım...
Tarihteki adı Klazomenai olan Urla’nın, M.Ö. 11. yüzyıl civarında Yunanistan’dan gelen İon göçmenler tarafından kurulduğu rivayet edilir. Zaman içinde ise 12 İon şehrinden oluşan İon Birliği’nin önemli merkezlerinden biri olur...
Kuruluşuna ait farklı söylencelerden biri, İonların lideri olduğu söylenen Kral Kadmos’un torunları tarafından kurulmuş olduğu. Başka bir anlatım ise Miletos’tan göç eden kolonistler tarafından kurulmuş olduğu...
Ege Denizi kıyısında yer alması nedeniyle hem deniz ticareti hem de savunma açısından avantajlı bir konuma sahip olan şehrin limanı, ticaret ve tarım ürünlerinin, özellikle de zeytinyağının, denizaşırı ülkelere kolayca ihraç edilmesini sağlamış.
Şehir iki ana bölgeden oluşuyormuş. Bunlar kara tarafındaki yerleşim yeri ile denizle bağlantılı olan küçük bir ada. M.Ö. 6. yüzyıldaki Pers tehlikesine karşı, Klazomenai halkı deniz kıyısındaki ana karadan ayrılmış, etrafı surlarla çevrilmiş bir adada daha güvenli bir şekilde yaşamaya başlamışlar.
Büyük İskender Anadolu seferi sırasında Ege kıyılarını birer birer Pers hâkimiyetinden kurtarırken, Urla’ya da gelince halk tarafından büyük bir coşkuyla karşılanmış. Bu arada halkın isteğiyle adayı tekrar anakaraya bağlayan bir yol yaptırılmasını da buyurmuş. Böylece Klazomenai yeniden kara ile birleşince ticaret ile tarım tekrar canlanmış.
Bu ada günümüzde "Karantina Adası" olarak bilinmekle beraber 1865 yılında Osmanlı topraklarında kurulan en büyük tahaffuzhane. Fransızlar tarafından inşa edilerek donatılmış ve İskender'in yaptırdığı yola paralel bir yolla anakaraya bağlanmış. Amerika’daki Ellis Adası ve Hırvatistan’daki Lazaretti Adası gibi dünya üzerindeki üç büyük karantina adasından biri olarak tescillenmiş.
Klazomenai’nin en bilinen özelliği, zeytinyağı üretimi ve ticaretindeki öncülüğü... Arkeolojik kazılar sırasında bulunan zeytinyağı işleme tesisinin o dönemlerde zeytinyağı üretiminin nasıl yapıldığını gösteren en eski örneklerden...
Tarih boyunca zeytinyağı, Klazomenai için sadece bir besin kaynağı değil, aynı zamanda önemli bir ticaret malı olmuş. İonlar, zeytinyağını ihraç ederek büyük bir zenginlik elde etmişler. Bu zenginlik, zaman içinde Klazomenai’nin kültürel ve mimari gelişimini de olumlu yönde etkilemiş.
Klazomenai’den günümüze ulaşan önemli yapılar arasındaki olan Klazomenai Zeytinyağı İşliği antik dönemde kullanılan ileri teknolojiyle zeytin üretimindeki çok önemli bir gelişimin göstergesi. Yapılan kazılarda taş presler, işleme havuzları ve depo alanlarına çıkarılmış. Bu işlik, dönemin en büyük ve gelişmiş zeytinyağı tesisi olarak kabul edilmiş.
Klazomenai, aynı zamanda felsefeye yaptığı katkılarla da tanınır. M.Ö. 5. yüzyılın önemli düşünürlerinden olan doğa felsefesi üzerine çalışmalarıyla tanınmış ve evrenin yapısına dair geliştirdiği teorilerle Batı felsefesinin temellerinden birini atmış olan ünlü filozof Anaksagoras, Klazomenai doğumludur. Urla için ne büyük bir onur...
Urla hem antik dönemde hem de Osmanlı zamanında “pazar yeri” kimliğini her zaman korumuş. Bu nedenle halk arasında ve bazı kaynaklarda “Karye Pazarı” olarak da anılmış. Özellikle, Osmanlı döneminde İzmir’e bağlı önemli bir kaza olarak çevresindeki köylerin ürünlerini getirip sattığı bölgesel bir pazara dönüşmüş.
Bugün de hem Urla’nın içindeki hem de İskele'deki pazarlar çeşit çeşit otları, taptaze meyve ve sebzeleri, mevsim çiçekleri ile öyle bir renk cümbüşü oluşturur ki, bakmadan yanından geçemezsiniz.
Günümüzde Urla’ya bağlı tam on dört köy var ve hepsi birbirinden üretken ve çağdaş... Birkaçının isimlerini sayacak olursak, Bademler, Barbaros, Gülbahçe gibi köyler gelir aklımıza ve ben bunları şimdi burada anlatmaya kalksam bu yazı bir kitaba dönüşür...
Urla’nın adı ile ilgili ise farkı görüşler var. Bunlardan biri Rumca bataklık anlamına gelen “Vourla” kelimesinden, bir diğeri Osmanlı Padişahı Sultan Mehmet Çelebi’nin komutanlarından İbrahim Bey’in sefere çıkarken kendisine “Uğur ola” denmesinden geldiği.
Halk arasında anlatılan bir başka rivayete göre de Urla’nın Kidafe adlı bir kralın kızı Ulice’nin bu bölgede bir yerleşim kurmasından dönüştüğü. Kurulan yerleşim adından dolayı önce “Urli” veya “Uli” olarak anılır. Zamanla değişerek bu ad “Urla” halini alır.
19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın başlarında Çeşme, Alaçatı, Urla, Seferihisar ve Karaburun’u içine alan Yarımada zengin bir tarım bölgesi olmasının yanı sıra İzmir’deki kültürel ve günlük hayatına ilişkin yenilikleri de takip eden bir bölge olmuştu. İşte, Urla’nın da içinde olduğu bu bölgede Müslüman Türk mahalleleri daha içe dönükken Ortodoks Rum mahallelerinin daha canlı ve daha renkli yaşamları vardı.
Bereketli toprakları sayesinde her zaman gözde bir yerleşim yeri olma özelliğini taşıdığı için Urla her dönem, her milletten, her dinden ve her dilden insanların yaşadığı bir yerleşim olmuş ve Türkler, Rumlar ve Yahudiler birbirlerinden hiç rahatsız olmadan uzun yıllar bir arada yaşamışlardır. Ta ki 1923 yılında imzalanan mübadele anlaşmasına kadar...
Diyelim bir masa var önümde
Elimde bardak
Oturmuş içiyorum
Bardak mı Urla mı tuttuğum?
Bardağı masaya
Tak!
Vurdum mu vurdum
Masaya dönüyorum
Urla, uzak, uzak, uzak...
İsmi Urla ile özdeşleşmiş olan edebiyatımızın ünlü isimlerinden Necati Cumalı... Aslında Urla doğumlu değildir. 13 Ocak 1921’de Yunanistan’ın Florina kentinde doğan yazar, 30 Ocak 1923’te imzalanan mübadele anlaşması gereği ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç ederek Urla’ya yerleşmişler.
Necati Cumalı, küçük bir çocukken geldiği Urla’da büyümüş, öğrenim hayatının bir bölümümü burada geçirmiş ve eserlerinin çoğunda Urla’nın doğası, insanı ve yaşam şekli büyük etken olmuş. Urla onun için yalnızca yaşadığı yer değil, edebi kimliğinin oluştuğu yer, bir ilham kaynağı... Hikâyelerinde, romanlarında ve şiirlerinde çoğunlukla Ege’nin o sıcak, doğayla iç içe ortamını, Urla insanının sade, özgün ve mücadeleci yaşamını anlatmış.
Urla’nın taş sokaklarını, rüzgârla savrulan zeytin yapraklarını, sabah erken saatlerde denizden gelen tuz kokusunu işlemiş. “Susuz Yaz” ve “Tütün Zamanı” gibi eserleri bunlara örnek olarak verebiliriz.
Urla’da yaşadığı ev, günümüzde “Necati Cumalı Anı ve Kültür Evi” olarak düzenlenmiş olup, evde yazarın kişisel eşyaları, fotoğrafları, el yazmaları ve eserlerine ait belgelere görülebiliyor.
Georgios (Yorgos) Seferiadis... 1900 yılında İzmir’de doğmuş. Çocukluğunun önemli bir bölümünü Urla’da geçirmiş, 1914 yılında ülkede artan siyasi çatışmalar ve savaş ortamı, birçok Rum aile gibi Yorgos’un ailesini huzursuz etmiş, Atina’ya göç etmek zorunda kalmış.
Seferiadis, daha sonra diplomat olarak uzun yıllar boyunca Yunanistan’ın dış temsilciliklerinde bulunmuş. Yunan şiirinin en önemli isimlerinden biri kabul edilerek 1963 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış ve bu ödülü alan ilk Yunan yazarı olmuş...
Yorgo Seferiadis’in Urla’da yaşadığı dönem her ne kadar küçük yaşta ayrılmış olsa da şiirleri için ona ilham vermiş. Onun için Urla, güneşi, denizi, taş evleri ile sadece yaşanan bir yer değil aynı zamanda kaybolan bir kimliğin sesiymiş...
Seferiadis’in yaşadığı rivayet edilen Urla İskele’deki ev restore edilerek günümüzde, otel ve restoran olarak hizmet veriyor.
Mehtapla denizin öpüşünce
Geceyi süslerler gizlice
Meltemler eserler sevinçle
Gecenin cennetisin sen Urlam
Veee Tanju Okan... Urla ile anılan efsane bir isim... Şöhretli hayatın karmaşasından uzaklaşarak Urla’ya yerleştiğinde, kendini yeniden bulduğunu hissediyor... Burada denizin kokusu, rüzgârın serinliği ve Urla halkının samimiyetiyle beslenen sade ama huzurlu bir hayat kuruyor.
Onun da adı şimdi oturduğu eve yakın, çok sevdiği denizinin kenarındaki bir parkta yaşıyor. Çarşıda, sokakta, kapı önlerinde yaptığı hoş sohbetlerde etrafını saran ilçe halkı ile öyle bir bütünleşiyor ki herkes onu gerçekten Urlalı zannediyor...
Ben onun ölümünden önce sahildeki evinin balkonundan gelen geçenle sohbet etmesine çok kez şahit oldum. Hatta ablamlarla birlikte gittiğimiz, Çeşmealtı’daki bir piknikte kendisiyle bir araya gelme fırsatım bile oldu. O gün, akşama kadar benzersiz sesi ile bize şarkılar söyleyip şiirler okumuştu. Hiç mi hiç unutmam...
Urla, İonia döneminde bağcılık ve şarapçılıkla da ün kazanmış bir bölge... Evliya Çelebi’nin Seyahatname'sinde, “Bu çarşının ortasında bir üzüm asması var ki, iki adam ancak kucaklayabilir. Dalları bütün çarşıyı kaplamıştır. Yüzlerce salkım üzüm, yol üzerinde sarkar. Her bağ sahibi, bu asmaya yeni bir aşı yaparak, üzerinde çeşit çeşit üzüm oluşturmuştur” şeklinde söz ettiği üzere...
Bağcılık, yüzyılın başlarında bile hâlâ önemli bir geçim kaynağıyken, özellikle mübadeleden sonra değişen ekonomik şartlar, tütün ve zeytinin öne çıkması, fiyatlandırma problemleri gibi sorunlar nedeniyle geri plana düşüyor.
1990’lardan itibaren Urla’da şarapçılığa ve şaraplık üzüm türlerine ilgi artmaya başlıyor. Yeni bağlar, Urla Bağ Evi” gibi bazı küçük şaraphaneler kuruluyor. Üreticiler yabancı üzüm çeşitleri üzerinde çalışırken, yerel üzümler de geri dönmeye başlıyor.
Yaklaşık 10 sene kadar önce Urla Bağcılık ve Şarap Üreticileri Derneği kuruluyor. “Urla Bağ Yolu” projesi de bu dönemde ortaya çıkıyor. Bağ turizmi, şaraphaneler, bağ evleri gibi turizme yönelik tesisler kurulmaya başlanıyor.
Urla’nın üzüm çeşitleri, Ege’nin binlerce yıllık bağ kültürünü yansıtan çok özel bir miras. Bölgedeki yeni bağların bir kısmı yabancı üzüm çeşitlerinden oluşsa da Urla’daki yeni üreticiler Foça Karası, Gaydura, Muscat gibi yerel üzüm çeşitlerini yeniden yetiştirme ve koruma çabasında. Amaç sadece kaliteli şarap üretmek değil, aynı zamanda Klazomenai’nin bağcılık mirasını geleceğe taşımak...
Seramikçilik ve demir işçiliği ise Urla’nın önemli sanatlarından...
Yemeklerine gelince... İskele’de yanında ayran ile katmer mi yemek istersiniz? Yoksa ahtapot güveç, kalamar, karides güveç mi? Ya da Urla’nın içine gidip, enginar dolmasından, kabak çiçeği dolmasına, arap saçından, şevket-i bostana kadar aklınıza gelebilecek Ege otları ve sebzeleri ile yapılmış pek çok lezzeti bir arada bulabileceğiniz yerel lokantalarda mı yemek istersiniz? Üstüne ise bademli kazandibi nasıl gider? Oradan da çıkıp Malgaca Pazarı’nda kahvenizi içtikten sonra Arnavut kaldırımlı daracık sokakların birleştiği küçücük meydanlardaki güzelim eski evlerin, çeşmelerin, camilerin arasından geçerken kulağınıza belki de bir şiir, bir şarkı, bir hoş seda geliverir... Kim bilir...
“İkanto” kelimesi balık mezatındaki canlı, eğlenceli, curcunalı ortamı tanımlar. Ancak Urla’da halk arasında ikanto dendiğinde balık mezatı anlaşılır.
Karantina, Uzunada, Yassıca, Ardıç, Toprak, İncirli, Hekim, Zafer, Nergis, Kel, Fener, Yolluca, Yılan ve Arap Adaları... Günümüzde Karantina Adası.
Bu yol günümüzde bile adaya giden yolun yanı başında hâlâ görülebiliyor.
Gemi seferleri esnasında, yolcu ve çalışanların arasında bulaşıcı hastalık görülen gemilerin karantina sürelerini geçirmeleri, gerekli sağlık önlemlerinin alınması ve hastaların iyileştirilmeleri için büyük limanlara yakın kıyılara kurulmuş sağlık kuruluşu.
Eski adıyla Malkaca Pazarı. Urla'nın en eski ticaret merkezlerinden birisidir. Urla halkı ihtiyaçlarını her gün kurulu olan bu pazardan karşılar. Bu pazarda yok olmaya yüz tutmuş bazı iş kollarını canlandırmaya çalışan dükkân sahipleri vardır. Dedelerinden devraldıkları mesleği canlandırmak amacıyla bu pazarda faaliyetlerine devam ederler. Kuyumcular, saat tamircileri, motor tamircileri, semerciler ve kahvehaneler bunlardan bazılarıdır.